1.BÖLÜM : DEPO

Beyza Alkoç

1.BÖLÜM : DEPO.

Yaz gecelerini sever misiniz? Güneşin bütün günü domine etmesinin ardından gece ortaya çıkar ve güneşi sindirir. Karanlık güneşi sindirir, cır cır böcekleri ötmeye başlar ve günün biraz olsun serinleme vakti gelir. Belki ince birer şal alırız üzerimize, belki de ince birer hırka. Bana hep farklı bir heyecan verir yaz akşamları. Çocukluğumdan beri kokusu farklı gelir yaz akşamlarının, sesi farklı gelir...

Benim hiçbir zaman yazı birlikte geçireceğim kalabalık bir ailem olmadı, bir evim de olmadı. Yaz akşamlarının sesini dinlediğim bir pencerem vardı elbette, ama parmaklıklarla sarılıydı o pencere, hiçbir zaman tam olarak açılmazdı. Oradan alırdım yaz akşamlarının kokusunu, sesini duyardım balkonda yenen akşam yemeklerinin. Tabağa götürülen çatalın, karpuz dilimini kesen bıçağın sesini... Sonra yanı başımda biterdi o dönemimin kurtarıcısının sesi, çocukluk arkadaşım Leyla’nın sesi.

“Bir gün bizim de bir balkonumuz olacak,” derdi hep, “Ya da bir bahçemiz! Hem de kocaman!” Gülümserdim ona. İçten içe bu hayalimizin kolay kolay gerçekleşmeyeceğini düşünürdüm. O mu çok hayalperestti yoksa ben mi çok karamsardım bilemezdim o dönemlerde.

Sonra bir ses daha duyulurdu.

“Tamam bahçe zor bir hayal,” derdi çocukluğumun bir diğer kurtarıcısı Seren, “Ama balkonumuz olacak kızlar, inanın bana!”

Ben, Leyla ve Seren. Biz birbirimizin kurtarıcılarıydık aslında. Birbirimize sahip olmasak her şey öyle zor olurdu ki bir balkonun düşünü bile kuramazdık.

Ben ne kadar karamsarsam, Leyla ne kadar hayalperestse Seren da tam ortamızdaydı, bir başka deyişle her politik süreçte tarafsız kalan İsviçre gibiydi Seren. Bir arkadaş grubunda olması gereken her şeye sahiptik yani. Korkular, hayaller ve gerçekler...

İşte böyle geçip gitti çocukluğumuz, parmaklıkların ardından gökyüzünü izleyerek, bir balkonu düşleyerek, hayallerimizin sınırlarını biraz zorlayıp bir bahçeyi düşlediğimizde kendimizi dürtüp “ABARTMA!” diyerek...

Bu arada ben Eliz. Eliz Sonay.

Bizler ebeveynlerinin işlediği suçlar yüzünden onlarla beraber mahkum hayatı yaşayan çocuklarız. Seren, Leyla ve ben annelerimizin suçları yüzünden cezaevinde dünyaya gelen üç kız çocuğu olarak geçirdik çocukluk yıllarımızı. Aynı koğuşta dört çocuktuk. Biz üç yaş civarındayken hamile bir kadın daha gelmişti annelerimizin kaldığı koğuşa, Sema Teyze.

Ben dört yaşıma yeni girmiştim ki bir oğlu oldu Sema Teyze’nin. Koğuşta dünyaya gelen bu erkek bebeğin ismini koğuşta yapılan bir oylama ile seçmemize izin verdi Selma Teyze.

Umut oldu bebeğin ismi. Sanırım herkes kader mahkumu olduğuna inandığı için koğuşta bir “Umut” olması herkese çok daha iyi hissettirecekti.

Hep birlikte büyüttük Umut’u. Elinden tuttuk yürüttük, konuşmayı öğrettik, sevdik, oynadık onunla. O zamanlar yalnızca birer çocuktuk, parmaklıklar ardında eğlenmeye çalışıyorduk yalnızca. Oysa bilmediğimiz bir şey vardı, kader bizi, dördümüzü hep bir arada tutacaktı. Ta ki yıllar sonra gelecek bir yaz gecesine kadar...

(1 HAZİRAN, İSTANBUL)

Gözlerim ışıl ışıl bir tabelanın üzerinde. Her yer mis gibi çiçek kokuyor, kulaklarımı seyyar satıcıların “MISIRRR!” , “TAZE ÇAYYY!” sesleri doldururken onlar her zamanki gibi yanımda. Leyla, Seren ve Umut.

“HOŞ GELDİN YAZ!”  yazıyor karşımda duran koca tabelanın üzerinde. Herkes neşeli. Çocuklar ellerinde sarı balonlarla geziniyor, gecenin karanlığını festivalin ışıkları ve çocukların sarı balonları bölüyor adeta.

Kendimizi kalabalığın arasına bırakıyoruz. Çiçekli taçlar dağıtılıyor, hepimize birer tane uzatıyorlar. Umut itiraz ediyor ama Seren başına zorla geçiriyor. Kahkahalarımız festivalin müziklerine karışırken ben karnımda hissettiğim rahatsızlık hissiyle onların eğlencesine katılmaya çalışsam da onlara yeterince adapte olmakta zorlanıyorum. Onlar festivalin konser alanına doğru ilerlerken ben ağır ağır peşlerinden ilerliyor ve telefondan nöbetçi eczane arıyorum.

“Ne oldu?” diyen sesini duydum Seren’in, “Konser başlayacak beş dakikaya!”

“Ya ben,” dedim sessizce, “Regl oluyorum galiba. Yanımda ağrı kesici de yok. Bir nöbetçi eczane bakayım dedim. Sizde de yok, değil mi?”

“Yok valla,” dedi Seren endişeyle, “Leyla sende var mı?”

“I, ıh.” dedi Leyla, “Çok mu ağrın var?”

Başımı salladım.

“Sıkıntı değil,” dedim, “Nöbetçi eczane uzakta değil, altı yüz metre ileride yazıyor...”

“E gidelim o zaman,” dedi Seren, “Gider geliriz yarım saat içinde.”

“Hayır hayır,” dedim, “Siz bu konseri çok istiyordunuz, benim yüzümden geç kalmayın. Ben de zaten hemen gidip geleceğim!”

“Ay kızım saçmalama!” dedi Leyla, “Ne olacak sanki, birkaç şarkı kaçırırız alt tarafı!”

“Olmaaaz!” dedim neşelenmeye çalışarak, “Benim yüzümden konseri kaçırırsanız üzülürüm. Hadi, siz konser alanına geçin, ben de birazdan geliyorum yanınıza.”

“Eliz abla saçmalama ya, olmaz öyl-“ diyen Umut’un sözünü kestim.

“Bakın eğer sözümü dinleyip konser alanına geçmezseniz ben de eczaneye gitmem, konser boyunca yanınızda durur karın ağrısından surat asarım!”

Üçü birden bana karmakarışık bir yüz ifadesiyle bakınca onlara gülümsedim.

“Hadi,” dedim, ”Gidin! Birazdan geliyorum, söz!”

“İyi tamam,” dedi Seren, “Bir şey lazım olursa ara bizi.”

“Ta-mam!” dedim gülümseyerek ve onlar konser alanına doğru dönerken ben de tam tersi yöne, festivalin çıkışına yöneldim.

Bir gözüm elimdeki telefonun haritalar uygulamasında, bir gözüm festival alanındaydı. Tahminime göre gitmeye çalıştığım alan festival alanının çıkışından itibaren başlayan bir sanayi sitesinin içindeydi. Uygulama toplam yürüme süremin yalnızca on beş dakika olacağını iddia ediyordu.

Arka plandan gelen müzik sesleri sayesinde konserin başlamak üzere olduğunu anladım. Bu gece sahneye birkaç sanatçı sırayla çıkacaktı. Ve sahneye ilk çıkacak sanatçı bizim çocukluğumuzda bir gün tesadüfen radyodan dinlediğimiz ve çok sevdiğimiz Yasemin Mori’ydi. O an söz vermiştik birbirimize, bir gün konserine gidecek, sahnede dinleyecektik onu. Bunu benim yüzümden kaçırmalarına izin veremezdim...

Festival alanından uzaklaştıkça bütün gürültü arkamda kalıyordu. İnsanların neşeli kahkahaları, müzik sesleri, kulak misafiri olduğum sohbetler... Hepsi geride kalmıştı. Önümdeki tabelada ise kocaman harflerle “YELEN SANAYİ SİTESİ” yazıyordu.

Canlılık burada sona eriyor gibiydi, tabelanın ötesi gerisinin aksine sessiz ve ıssızdı.

Tabelanın önünde durup elimdeki telefona bir kez daha baktım. Haritanın söylediğine göre sanayi sitesine tam buradan girip birkaç sokak ilerlemeli ve bir yerden sağa dönm-

“Hay aksi!” dedim kendi kendime. Telefonum bir anda şarjı bittiği için kapanırken ben yolu biraz olsun görebilmiş ama tam olarak hangi noktadan sağa döneceğimi seçememiştim.

“Neyse,” diye söylendim, “Eczane tabelasının ışıklarını da görürüm herhalde bir şekilde.”

Bu umutla ilerledim ıssız sanayi sitesi boyunca. Festivalden gelen müzik sesinden anladığım kadarıyla Yasemin Mori sahnedeydi. Zar zor da olsa anlayabiliyordum hangi şarkıyı söylediğini. En sevdiğimiz şarkılarından biri bu, “Tuzlu Su.”

“Damarlarımda akan kan,” diyor,

“Serin, ıssız, ussuz,

Ve hudutsuz nehirlere benziyor.”

Hüzünle gülümsedim. Bu dünyadaki en sevdiğim dört insandan üçünün şimdi arkamda bıraktığım konser alanında çocukluk hayallerimizden birini gerçekleştiriyor olmaları çok duygulandırdı beni. Ben ise aptal bir karın ağrısı yüzünden ıssız bir sanayi sitesinin içinde sokak sokak geziyor, bir eczane tabelasının ışıklarını görmeyi umuyordum. Yol tarifinden aklımda kalan rotayı ilerlediğimi sanıyordum bir şekilde, sokakları hatırladığım gibi geçtim.

Şaşkın şaşkın bakıyordum etrafıma, bırakın ışıklı bir tabela görmeyi, gittikçe kararıyordu buralar. Bir şeyler görebilmeyi umarak ilerlemeye devam ettiğim sırada bir ses duydum. Bir insan sesi. Kaşlarımı çatarak duymaya çalıştım konuşulanları.

“Anladın mı şimdi?” diyordu orta yaşlı bir erkek sesi, “Sana bunca zamandır söylediğim şeyi anladın mı?”

Kaşlarımı çattım. Eczane buralarda bir yerlerde olmalıydı. Bunlar da eczanenin içinden konuşan müşterilerin ya da eczacının sesiydi herhalde. Eczacı “SANA BU İLACI AÇKEN İÇME DEMİŞTİM. ANLADIN MI ŞİMDİ?” gibi bir anlama getirerek mi söylüyordu bunu acaba?

Merakla sesi takip ettim. Ses ışıl ışıl bir tabelanın altından değil de önümde duran depo benzeri bir yerden geliyordu sanki. Ama ben tüm aptallığımı üzerime alarak o deponun ardında bir eczane olacağına o kadar inanmışım ki hiç düşünmeden, hiç sorgulamadan elimi deponun kapısına götürdüm ve kapıyı araladım, beni içeride neyin beklediğini bilmeden...

Annem böyle anlara hep şey derdi, “Basiretin bağlanmış kızım!”

İçeride bir eczane yoktu. Konuşan adam ilacı açken içen hastasına kızan bir eczacı değildi. Gördüklerim beklediklerimin yanında bambaşkaydı. Elim ağzıma gittiğinde gözlerime inanamıyordum. Neyin ortasına düşmüştüm böyle?

Yerde dizlerinin üzerine eğilmiş, kafasına silah doğrultulmuş bir adam, tam karşısında ise o silahı tutan orta yaşlı, göbekli, takım elbiseli bir adam vardı. Bu iki adamın etrafı ise takım elbiseli onlarca erkekle doluydu! Neydi bu? Kahrolası bir mafya toplantısına mı şahit oluyordum şu an? Bu bir infaz anı mıydı?

Dizlerinin üzerinde duran adam titreyen sesiyle anlayamadığım bir şeyler söyledi, konuştuğu dil Türkçeden çok İngilizce gibi gelmişti kulağıma.

Karşısındaki adam sinsice güldü.

“Biliyorum,” dedi bozuk bir Türkçe ile, “Bir daha olmayacak.”

Ve ben daha ne olduğunu bile anlayamadan, ben henüz nefes bile alamadan çekti adam tetiği. Susturuculu silahın hiç sesi çıkmadı. Zavallı adam yere yığılırken ortamda yankılanan tek bir ses vardı.

Ve evet, maalesef o ses benim ağzımdan çıkan korku dolu bir iç çekme sesiydi, “HİH!”  

Klasik bir korku filminin final sahnesini andırıyordu o an, içerideki onlarca takım elbiseli adamın gözlerinin bana dönmesi, benim ışık görmüş tavşan gibi şok içinde onlara bakakalmam ve kulaklarımı dolduran iki kelime...

“YAKALAYIN KIZI!”