1.BÖLÜM : 889'UN HİKAYESİ.
.png)
1.Bölüm : 889’un Hikayesi.
(Her Şeyin Başladığı Günden İki Gün Öncesi)
“Ben çıkıyorum, size iyi akşamlar çocuklar. Kolay gelsin. Düzgün kolileyin, sabah ben düzeltmek zorunda kalmayayım!”
“Görüşürüz Kumru. Dediğim şeyi unutma sakın!”
“Aklımda, merak etme.” Kapının eşiğinden koşar adım çıkar çıkmaz bisikletime atladım. Sabah Ekim ayında olmamıza rağmen yılın en sıcak günlerinden birine uyandığımı düşünüp üzerime kot bir şort ve kısa kollu bir tişört geçirmiştim. Soğuk havalarda asla kullanmadığım bisikletimi de almış işe gelmiştim. Sabah işe giderken yaşadığım müthiş yolculuk şimdi bir kabusa dönmek üzereydi. Hava soğumuştu. Bisikletimi olabildiğince hızlı sürmeye çalışıyordum, sanki yağmuru taşıyan bulutlar peşimdeydi ve onlardan kaçmaya çalışıyordum. Bunun ne denli salakça bir çaba olduğumu fark ettiğim an yola çıktıktan birkaç dakika sonra yağmura yakalandığım andı.
“Ah, hadi ama! Salın beni Murphy Kanunları!”
Sinirle söylenip bisikletimden indim ve bisikletimi önünden geçmekte olduğum otobüs durağının direklerinden birine kilitleyip yağmurdan sığınmak için durağın hemen altına saklandım. Hava karanlıktı, kolumdaki anneannemden kalma eski mi eski kahverengi saatim 23.36’yı gösteriyordu. Durak da yollar da bomboştu. Pendik için sıradan, İstanbul için mantıksız bir boşluğun ortasındaydım. Yağmur şiddetini giderek arttırırken bana yaklaşmakta olan otobüsün binmem gereken otobüs olması için dua ederek sayılı dilek haklarımdan birini saçma sapan dileklerimden birine daha kullanmış oldum. Evet, gelen benim otobüsümdü.
Otobüse doğru koşmaya başlamam saçmalık olsa da o kadar ıslanmıştım ki otobüse koşarak sarılma isteği içerisindeydim. Kendimi bomboş otobüsün en arka koltuğuna attığımda nefes nefeseydim. Sırt çantamdaki telefonumu çıkarıp bugün de kimlerin beni aramadığına ve kimlerin bana mesaj atmadığına baktım. Ne garip, kimse aramamış ve kimse mesaj atmamıştı, her gün olduğu gibi. Aslında bakarsanız bu bir yalandı. Telefonum mesaj bildirimleriyle doluydu. İş arkadaşlarımdan gelen mesajlar, eski okul gruplarımdan gelen bildirimler, kurs grubumdan gelen bildirimler... Oysa aralarında ilgimi çeken tek bir mesaj yoktu. Sanki etrafım bomboş bir kalabalıkla doluydu. Her gün gördüğüm, sadece isimlerini bildiğim, bazen yüzlerine boş boş bakıp “Bu insanlar da kim?” , “Ben niye buradayım?” , “Ben şimdi bunlarla neden konuşuyorum ki?” diye iç geçirdiğim bir sürü insanla doluydu hayatım.
Hayal kırıklığı içinde gülerek telefonumdan güzel bir şiir açtım ve arkama yaslanıp otobüsün camına vuran yağmur damlalarını izlemeye daldım. Evet, şiir... Herhangi bir bağımlılık terapisi grubuna katılıp şey demeyi planladığım bir noktadaydım, “Merhaba, ben bir sesli şiir dinleme hastasıyım.”
Herkesin kulaklıklarını takıp şarkılar dinlediği bu dünyada benim kulaklarımın işitmeyi sevdiği kavram “şiir” kavramı. Güzel sözlerin güzel melodilerle birleşimini değil, melodilerin melodi olarak kalmasını, sözlerin bir melodiye ihtiyaçları olmadan duyulmasını seviyorum. Kelimeler ve notaların özgür olmaları gerektiğine inanıyorum, birleşmelerini değil ayrı ayrı var olmalarını seviyorum.
Aslında bakarsanız ben bir arada bulunan iki farklı şey ne olursa olsun ortaya çıkan hiçbir sonucu sevmiyorum. Belki de bu benim travmamdır, kim bilir?
Tüm çocukluğum anne ve babamın ayrılmasını dileyerek geçti. Her gece tartışmalarını dinleyip uyumaya çalışmaktansa bir daha ikisinin de seslerini duymamayı dileyecek noktaya geldim. Annesi ve babası sürekli tartışan bir çocuksanız, işler bir yerden sonra sizin üzülmenize sebebiyet vermekten çıkıp “Bir susun artık da uyuyayım!” diye sitem etmeye dönüyor.
İnsan tüm hayatını böyle geçirdikten sonra böyle böyle umursamaz olmayı öğreniyor. Çünkü inanın bana, sizi sarıp sarmalayan her şey bu kadar gürültülüyken sessiz kalabilmek yapabileceğiniz tek zekice şeydir.
“İyi akşamlar şoför bey.” Otobüs şoförüne iyi akşamlar dileyip kendi kendime gülerek otobüsten indim. Son zamanlarda internette dolaşan bir kalıp vardı ve bu tarz cümleler kurduğumda aklıma hep o kalıp geliyordu. Elleriyle kulaklarını kapatmış Japon bir kız çocuğunun resmi üzerine yazılan cümleler aklımdan çıkmıyordu. Görselin üzerine kim ile ilgili bir cümle yazmak istiyorsanız ona dair bir özellik ve “adam” , “kadın” gibi kelimeleri birleştiriyordunuz. Örneğin, “Yeter artık anne!” değil de “Yeter artık anne kadın!” gibi... Son zamanlarda internette o kadar çok vakit harcamıştım ki her yanı bu espriyle dolu sosyal medya hesaplarım yüzünden az önce otobüsten inerken şoföre neredeyse “İyi akşamlar şoför adam.” diyecektim.
Ah harika, şimdi de otobüs yanımdan geçip giderken yanlışlıkla söyleyecek olduğum ama söylemediğim cümleyi düşünüp düşünüp kahkahalarla gülüyordum. Harika.
Otobüsten tam evimizin önündeki otobüs durağında indikten sonra binanın içine koşarak dalmam ve merdivenleri koşarak çıkıp kendimi eve atmam sadece bir dakikamı aldı. Mutfaktan gelmeyen yemek kokuları, oturma odasından gelmeyen televizyon sesi, balkondan gelmeyen sohbet halindeki anne baba seslerinin arasında sessizce yürüyüp odama girdim.Sessizliğin arasında yürüdüm, evimin içindeki evime girdim. Herkesin evinin içinde bir evi daha vardır işte, asıl evim dediğin yer senin sen olduğun yerdir.
Hızla saçlarımı kuruladım ve duvardaki saate göz attım. Saat gecenin 1’ine geliyordu. Ne annem ne de babam evdeydi. Babam muhtemelen arkadaşlarıyla bir kahvehane köşesinde kart oyunları oynarken annem ise birkaç bina ötemizdeki teyzemin evinde yepyeni bir dedikodu gecesinin başlangıcını yapıyordu.
“Selam Nuran!” Konuştuğum kim, merak ediyorsunuz, değil mi? Kendisi babamın muhabbet kuşu, tam beş yıldır bizimle yaşıyor. Peki ben kim miyim? Ben ise Kumru. Neredeyse on dokuz yıldır bizimle yaşıyorum.
Geç oldu ama tanıştığımıza memnun oldum.
Babamın neden bana kuş ismi verip kuşuna insan ismi verdiğini merak ediyorsunuzdur. Emin olun ben de merak ediyorum. Fakat ismimi seviyorum. Garip olan bir kuşa “Nuran” ismini vermek fakat bu aileye dair bir şeyleri sorgulamayı üç yaşımda bıraktım. O yüzden üzerine düşünmedim, düşünmeyeceğim.
“Bir kere de şaşırtsan mı buzdolabı?” Buzdolabını açıp içinde tek bir tabak bile pişmiş yemek bulamayınca bunalmış bir nefes verip kendime hızlıca bir sandviç yaptım. Sabahın 7’sinde kalkıp işe gitmek için yola çıkacaktım ve belli ki işe gitmeden önce alabileceğim uyku saati toplam dört filandı.
“Kötü düşünmüyoruz, kötü düşünmüyoruz, kötü düşünmüyoruz!” diyerek enerjimi toplamaya çalıştım.
Bir yandan sandviçim için domates keserken bir yandan da güzel bir enstrümantal melodi mırıldanıyordum. Ayaklarım bir süredir gittiğim dans kursunda öğrendiğim birkaç hareketi tekrar ederken ellerim çocukluğumdan beri bildiğim o muhteşem hareketi yapmaya devam ediyordu, domates ve peynir kesme hareketi!
Kendime hazırladığım sandviçi hızlıca yedikten sonra aynı hızda bir duş alıp yatağıma geçtim. Alarmımı 07.00, 07.01, 07.02 ve 07.03 kurduktan sonra telefonumu yatağımın yanındaki yeşil komodinin üzerine bıraktım.
Gözlerimi kapatıp uyumayı beklediğim sırada evin çelik kapısının açıldığını duydum. İçeri giren seslerin bana anlattığı şey anne ve babamın eve tartışarak girdiğiydi. Fakat bu seferki tartışma her zamankinden farklıydı. Her zamankinden büyük bir tartışmanın içindelerdi. Normalde bütün gün tartışan anne ve babamın tartışma konuları hep “Çorabını neden oraya bıraktın?” ,”Yine mi misafir çağırdın?” , “Balkondaki bardağımı neden yıkadın ben onunla daha çay içecektim!” minvalinde tartışmalardı. Şimdi ise ilk defa annemin hüngür hüngür ağlayarak bağırdığını duyuyordum, normalde ağlamadan bağırırdı.
Annem ve babamla olan aile bağlarım o kadar zayıftı ki bu tartışma bile bana büyük bir şey ifade etmiyordu. Beni büyütene kadar ikisi de çalışırken ben tek başına büyüyen bir çocuk olmuştum. Onlarla sohbet edemez, sırlarımı paylaşamaz, hiçbir şey için onlardan yardım isteyemezdim. Beni dinlemek, benim fikirlerimi duymak, benim düşüncelerimi ve hislerimi öğrenmek onlara bir şey de ifade etmezdi zaten... Ben kimdim ki? Onlar için bir hiç.
“Ne veremedim sana? Ne veremedim! Onun verdiği ne veremedim?” Annemin bağıran ve ağlayan sesinden duyduğum bu cümle kaşlarımı çatmama sebep oldu. Yatağımdan kalkıp kapının önüne diz çöktüm ve onları daha iyi duymaya çalıştım.
“Aşık değilim sana işte, neyini anlamıyorsun?” diye bağırdı babam, “Hamile olduğunu öğrenmeseydik seninle evlenir miydim sanıyorsun?” İşte bu, aile hikayemizin benim bile bilmediğim bir parçasıydı. Hem de büyük bir parçası.
“Şaka mı bu?” dedim kendi kendime. Yaşadığım şoku tarif edemezdim. Evlenmelerinin sebebi bu muydu? Benim yüzümden mi evlenmişlerdi?
“Çocuğunun annesine nasıl böyle çirkin bir cümle kurarsın?” diye bağırdı annem öfkeyle, “Seni evlenmeye mi zorladım? Genceciktim, beni kucağımda bir bebekle bırakıp gidecek miydin?”
“Sen beni dinlemiyor musun Nazan? Yıllar önce büyük bir talihsizlik yaşadık. Seni bırakıp gidecek olsam giderdim, seni kucağında bir bebekle bırakmak istemediğim için seninle zorla evlendim. Sana yıllardır bunu anlatmaya çalışıyorum. Anlamıyor musun? Sana defalarca sana aşık olmadığımı söyledim. Bunu bile bile benimle kaldın.” Babamın cümleleri o kadar kırıcı o kadar inciticiydi ki annemin bunları duyması beni bile üzmüştü.
“Ona aşıksın, değil mi?” dedi annem, “En başından beri.”
“En başından beri.” diye cevap verdi babam. Kimden bahsedildiğini anlamak imkansızdı. Daha önce babamın başka herhangi bir kadına ilgi gösterdiğini bile görmemiştim fakat anneme karşı herhangi bir hissi olmadığı her halinden belliydi.
“Kaç yıldır sürüyor bu iğrenç şey?” diye sordu annem hıçkıra hıçkıra ağlarken.
“Üç...”
“Üç yıldır mı? Üç yıldır birlikte çalıştığın kadınla beni aldatıyorsun, öyle mi?” Ellerim şoktan açılan ağzımı kapatmaya çalışırken şaşkınlıktan bağırmak üzereydim. Babam annemi iş ortağı Reyhan ile aldatıyordu. Duyduğum hikaye midemde hissettiğim bulantının büyümesine sebep olurken ne yapmam gerektiğini bilemez bir haldeydim.
“Çık git buradan Murat!” dedi annem babamdan cevap alamayınca, “Çık git ve bir daha sakın gelme. Eşyalarını yarın sabah kaldırımdaki çöp konteynırından alırsın. Çöpleri karıştırırken çöp kokarım diye düşünme, zaten kokuyorsun.”
“Benden ayrılıyor musun?” dedi babam şaşkınlıkla. Neye şaşırdığını anlayamamıştım. Annemin aldatıldığını öğrenip ayrılmaya karar vermesinin babamı şaşırtması kadar mantıksız bir tepki olabilir miydi?
“Git buradan Murat.”
Annemin tekdüze cevabından sadece birkaç saniye sonra babamın kapıyı çekip çıktığını duydum. Kısa bir sessizliğin sonunda annemin içeriden gelen ağlama sesleriyle içimde bir üzüntü hissettim. Her ne kadar ikisine karşı da herhangi bir duygu gelişimim olmamış olsa da yaşadığı olay çok sarsıcıydı ve onun için üzülmüştüm. Odamdan çıkıp koridoru geçtim ve üzgün gözlerle oturma odasına girdim. Annem yerde oturmuş ağlıyordu.
“İyi misin? Her şeyi duydum...” dedim sessizce. Başını kaldırıp bana baktı ve işte o an tüm hayatımı değiştirecek o cümleyi kurdu.
“Hepsi senin yüzünden.” dedi bana anlık bir öfkeyle. Kaşlarımı çatıp anlam vermeye çalışarak yüzüne baktım.
“Ne?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Hepsi senin yüzünden.” diye tekrar etti, “Eğer dünyaya gelmeseydin bunların hiçbiri olmayacaktı. Yıllarca bu adamla yaşamak zorunda kalmayacaktım, seni doğurduktan sonra kötüleşen vücudumu toparlamaya çalışmak zorunda da kalmayacaktım. Seni doğurmadan önce ben de aynı öyleydim... Reyhan gibi.”
Şok üstüne şok yaşadığım esnada verebilecek hiçbir tepki bulamıyordum. Yaşadığım duygu kocaman bir hayal kırıklığından bile öteydi. Beni dünyaya getiren kadın tüm hayatının mahvolmasının tek sebebinin benim dünyaya gelmem olduğunu söylüyordu. Bu beni üzmüş müydü? Aslında bakarsanız hayır.
Burada zaten bir yabancı gibiydim, burada zaten hiç istenmemiştim. Bunları onlardan direkt olarak duymasam da bakışlarında hep görmüştüm. Anne baba olamayan bir anne babam vardı. Akılları gençlik yıllarında kalan, geldikleri noktayı kabul edemeyen bir anne babaya sahiptim. Bu bana hep hissettirilmişti, bu bana hep gösterilmişti. Üstelik bu her zamanki annemdi işte. Anlık bir öfkeyle saçma sapan cümleler kurar sonra da “Öyle demek istemedim!” diyerek kendini savunurdu. Buna alışıktım. Duyduğum hiçbir şey, gördüğüm hiçbir tavır beni şaşırtmıyordu.
“Berbat hayat hikayelerinizin sebebi ben değilim.” dedim sessizce, “Ne yaşadıysanız sebebi sadece siz ikinizsiniz.”
Fazlasını söylememe gerek yoktu. İçimdeki dinginliği kirletmelerine izin veremezdim. Öfkeme yenilemezdim. Sessizce odama döndüm. Pijamamın üzerine yeşil yağmurluğumu geçirdim. Sırt çantama telefonumu, şarj aletimi, bilgisayarımı ve birkaç ufak tefek kişisel eşyamı aldım. Hiçbir şey söylemeden kapıya doğru ilerledim. Oturma odasının kapısının önünden geçip evin kapısından çıktığım sırada beni görmüş fakat “Nereye gidiyorsun?” bile dememişti.
Yağmur botlarımı giyip kulaklıklarımı takıp kendimi sokağa attığımda aslında bakarsanız gidebileceğim birçok yer vardı. Teyzeme, dayıma, halalarıma veya iş yerimden arkadaşlarıma gidebilirdim. Şu an için ise tek istediğim bir süre sokaklarda dolaşmaktı. Kulağımdaki kulaklıkta güzel bir müzik çalıyordu. “Nuages – Closer”
Düşüncelerimi çekmeye çalıştığım nokta yarın iş yerime gittiğimde yetiştirmem gereken işlerdi. On sekiz yaşımda liseden mezun olduktan sonra üniversite için yetenek sınavlarına girmiştim. Konservatuvarda okumak, dansçı olmak istiyordum. Fakat yetenek sınavlarını kazanamamıştım. Sınavın jürilerinden birinin tavsiyesini dinleyip kendime iki yıl tanımaya karar vermiştim. İki yıllığına bir dans kursuna yazılmış ve kursumun birinci yılında kurs ile beraber götürmek için bir kitap kafede işe girmiştim.
Her gün sabah 7’de kalkıyor, 8’de çalışmaya başlıyor, 12’ye kadar çalışıp 13’teki dans kursuma yetişiyor, 16’da dans kursumdan çıkıp 17’de işe geri dönüyor ve genelde 21’e kadar daha çalışıyordum. Tabi bazı günler çok yoğun dönemlerden geçtiğimiz için işten çıkmam gece yarısını bile bulabiliyordu, dün akşam olduğu gibi... Bundan şikayetçi değildim. Evde ne kadar az zaman geçirirsem o kadar mutlu hissediyordum.
Böyle birçok gece yaşamıştım. Anne ve babamın kavgalarını dinleyip evden çıktığım, teyzemin, dayımın, halamın evine gittiğim birçok gece geçirmiştim. Bu gece ise onlardan bir özelliği ile farklıydı. Kavgadan kaçmak için çıkmamıştım, istenmediğimi bildiğim için gitmiştim. Çok acı, değil mi? Daha da acısı oraya geri dönmek zorunda olmamdı. Orası benim evimdi, dönmek zorunda olduğum yerdi.
“Şaka gibi, ne ara Ekim ayına girdik?”
“Hem de ayın yedisine girmişiz!”
Yanımdan geçen iki kadının konuşmalarına şahit olduğumda sırtımda çantam ile sokakta yürüyordum. Kadınların sesi kulağımdaki müziği bile bastırırken o an duyduğum rakam bana bir farkındalık yaşattı.
“Yedi...” Olduğum yerde durup gökyüzüne baktım ve gülümsedim.
“7 Ekim.” dedim sessizce.
Bugün benim doğum günümdü.
“Hoş geldin on dokuz...” diye mırıldandım.
Heyecanla kaldırıma oturdum ve sırt çantamı çıkardım. Çantamı kucağıma aldım ve içini karıştırmaya başladım. En alta kadar kayan günlüğümü çıkardım ve ilk sayfasını açtım. Günlük sayfalarımı inceleyip yazdıklarımı okusaydınız belki de bir şizofren olduğumu düşünebilirdiniz. Günlük tutan normal insanların aksine günlüğümü kendi ağzımdan yazmıyordum. Günlüğüme yaşadığım olayları sanki bir başkasının ağzındanmış gibi yazıyordum.
“Kumru on dokuz yaşına girdi.” Yazdım yavaş yavaş, “Hala mutlu, hala çok heyecanlı.”
Sonra derin bir iç çektim ve başımı kaldırdım. On dokuz yıllık hayatımda ilk defa karşı kaldırımdan küçük kız çocuklarının iki elinden tutmuş güle eğlene giden bir aile gördüğüm an buraya yazdığım cümleyi sorguladım.
“Hala mutlu, hala heyecanlı.”
Gözlerim bu cümlenin üzerinde defalarca gezindi. Kaşlarımı çattım ve içimde meydana gelen hissi sorguladım. Gerçekten mutlu muydum? Gerçekten heyecanlı mıydım? Ne için? Neden? Derin bir iç çektim. Ben şimdi buraya ne yazacaktım? Ne yazarak devam edecektim?
“Kumru annesi tarafından istenmediği için evinden çıkıp gitti fakat geri dönüp orada yaşamaya devam edecek.” mi yazacaktım? Daha da ötesi, ben gerçekten de oraya geri dönmek istiyor muydum? Annemin beni istemeyen bakışları altında o odada kalmaya devam etmek istiyor muydum? Ne istiyordum? Ne yapmak istiyordum?
Hayatta başıma gelen hiçbir şey benim hayata karşı heyecanımı ve hevesimi kaybetmeme neden olamamıştı. Ben yere düşerken kendisine gülen insanlardandım, başıma ne gelirse gelsin gülümsemeye devam etmiştim. Mutsuzluk kapımı zorlarken kapımı defalarca kilitlemiş, önüne bir dolap yaslamış ve mutsuzluğun hayatıma girmesine izin vermemiştim.
Oysa şimdi, on sekiz yaşımı geride bıraktığım bu saatlerde on sekiz yaşım ile birlikte ne istediğimi bilme güdümü de geride bırakmıştım. Bu olmamalıydı, hayatım böyle gitmemeliydi. Doğum günüm olduğunu bir gece vakti evimi terk edip sokakta yürürken fark etmemeliydim. Yanlış giden bir şeyler vardı. Başımı günlüğüme çevirdim. Yazdığım cümlelerin üzerini sertçe çizdim.
“Kumru on dokuz yaşına girdi.” Yazdım bir kez daha, “Ve galiba mutsuz.”
Öfkeliydim. Mutsuzluk kelimesi gözlerimin alışık olmadığı bir kelimeydi. Mutsuzluk, bünyemin alışık olmadığı bir histi. Anne ve babam her gece tartışırken bile bir kez olsun mutsuz hissetmemiştim. Aksine bir pembe dizi izler gibi tartışmalarını dinler ve atıştırmalıklarımı yerdim. Ertesi gün yapacakları gereksiz ve bomboş tartışmanın konusunun ne olacağını düşünürdüm.
Aklım hayallerimle doluydu, tek düşündüğüm muhteşem bir dansçı olmak ve her şeyden uzaklaşmaktı. Ötesi değil. Kumru Sonat ismini dünyanın en ünlü dansçıları listesine yazdırmak istiyordum. Dans yeteneğimin olmaması bile bu hayalleri kurmama engel olamamıştı. Çalışıyordum, çabalıyordum, deniyordum.
Beni ayakta tutan buydu, beni yere düşürmeyen hayallerimdi. Oysa şimdi içimden bir ses “Ne anlamı var ki?” diyordu. Gecenin bir vakti sokakta yürüyüp nereye gideceğimi düşünürken doğum günüm olduğunu fark ediyorsam hayallerimin beni avutmasının ne anlamı var ki?
O an tam bir dakikalığına her şeyden vazgeçtiğimi hissettim. Kendimi ilk defa yorgunluk VE beceriksizlik hissine teslim ettim. Ne istediğimin bilinmezliğinde oradan oraya savrulan beynimi bir saniyeliğine arka plana attım, gözlerim karşı kaldırımda bir taşın altında sıkışmış bir kraft kağıdına takılı kaldı. Esen rüzgar kağıdı uçuştururken ucu taşın altına sıkışmış olan kağıt ise sadece yere çarpıp duruyordu. Sanki kağıt canlıymış gibi garip bir merhamet hissiyle kağıdı taşın altından kurtarmak için ayağa kalktım. Çantamı oturduğum kaldırımda bırakıp karşı kaldırıma geçtim ve uzanıp taşın altındaki kraft kağıdını aldım. Gözlerim kağıdın üzerindeki yazıya takılı kaldı.
“BU BİR KAYBOLMA PROJESİ!” Bu iki kelimenin üzerinde dolaşan gözlerim merakla alt satıra indi.
“Sizi kaybetmemizi ister misiniz?” Bu cümleyi okuduğum an kaşlarımın çatıldığını hissettim. Bu da ne demekti? Merakla bir alt satıra indim.
“ENKAZ ALTINDAKİLER çok yakında tüm dünyayla aynı anda yayında! Ülkeni temsil edecek beş yarışmacıdan biri olmak için @enkazaltindakilertv hesabımızdan bizimle iletişime geçebilirsin.
Unutma, zor olan kaybolmak değildir. Zor olan eve dönmektir.”
Gözlerim uzun uzun kağıdın üzerinde gezindi. O an dakikalardır düşündüğüm bir sorunun cevabının bu kağıtta olduğunu hissettim. Ben kaybolmak istiyordum. Bir kez olsun önemli olmak, tanıdığım herkesten uzaklaşmak ve onlar beni izlerken ortadan kaybolmak istiyordum. Kağıdı alıp çantamın yanına döndüm. Yazdıkları kullanıcı adını arattım ve hesaplarına ulaştım. Hesapta sadece iki gönderi vardı. İlki bu kağıtta yazanlardan fazlasını vermiyordu. İkinci gönderide ise bir ev simgesi vardı. Altında ise aynen şöyle yazıyordu.
“Her ülkeden beş yarışmacı.
Her bir ülkede yer altına kurulmuş 180 bin metrekarelik birer plato.
Tüm dünyada her gün yirmi dört saat yayın.”
“Gözlerinizi açtığınızda yıkılmış
bir evde uyanacaksınız.
Tek çıkış yolunuz yerin altı olacak.
Kendinizi bulduğunuz çıkış noktası her bir yanı
kameralarla çevrili, her yeri izlenen bir plato.
Tek amacınız ise alandaki ipuçlarını takip edip evinizi bulmak.
Tüm yarışmacılar evlerini bulduğu an,
kazanan belirlenmiş olacak.
Öyleyse, sizi kaybetmemizi ister misiniz?”
“Enkaz Altındakiler’den biri olmak üzere başvurmak için isim, soyisim ve doğum tarihinizle birlikte atacağınız bir mesaj yeterli olacaktır. Bol şans.”
Derin bir nefes aldım. Bunu yapacak mıydım? Bunu gerçekten yapacak mıydım? Üzerine beş saniyeden fazla düşünmedim. Sadece bir mesajdı, atacaktım ve gidecekti. Bu kadar basit. Mesaj attığım an gelip beni buradan alacak halleri yoktu, öyle değil mi?
“Kumru Sonat, 19.” yazdım ve yolladım.
Tam o an bana doğru yaklaşan bir araba olduğunu görmem ve korkuyla ayağa kalkmam bir oldu. Araba önümden geçip giderken ise derin bir iç çektim. Gerçekten mesajı attığım dakika beni arabayla almaya geldiklerini düşünmüş olamam, değil mi? Düşünmüştüm. Hatta neredeyse arabanın içindekilere korkuyla “Beni almaya mı geldiniz?” diyecektim.
Salakça düşüncelerimi bir kenara bırakıp sırt çantamı sırtıma taktım. Hava giderek soğuyordu. Akşamki havadan eser kalmamıştı. Teyzeme gitsem iyi olacaktı, tam şu an dışarıda daha fazla kalmak demek hasta olmak demekti.
Teyzemin evine ulaştığımda kapıyı açan teyzemin gözleri endişeli bile bakmıyordu. Artık gece yarılarında çıkıp ona gelmelerime alışmıştı. Yarı uyur yarı uyanık bir halde bana oturma odasında bir yatak hazırladıktan sonra uyumak için odasına geçti. Telefonumdan gelen bildirim sesini duyar duymaz telefonumu merakla elime aldım. Mesaj onlardan geliyordu.
“Sevgili Kumru Sonat, yüzlerce yarışmacı adayı ile birlikte ilk elemeye katılmaya hak kazandınız. 9 Ekim günü saat 16.00’da aşağıdaki adreste olmanız halinde ilk elemeye katılabilirsiniz. Bol şans.”
Titrek bir nefes aldım. İlk elemeye kabul edilmiştim. Konservatuar seçmelerine girip kaybettiğimi öğrendiğim an yaşadığım hüzün burada yerini mutluluğa bırakmıştı sanki. Yüzümde salakça bir gülümsemeyle gözlerimi kapattım. Uyumam çok zamanımı almadı ama uyumadan önce kendime son bir cümle kurdum.
“İyi ki doğdun Kumru.” dedim kendi kendime. Yarın sabah uyandığımda günlüğüme yazdığım son cümleleri bir kez daha çizecektim.
“Mutlu ve heyecanlı.” yazacaktım bir kez daha. Dünya benim dans pistimdi ve ben üzerinde ağlayarak dans etmeyecektim...
(9 Ekim, Her Şeyin Başladığı Gün)
“Sıra numarası almayanlar buradan alabilir. Buyurun, 885 886, 887, 888, 889...”
Elime tutuşturulan kağıt parçasının üzerindeki sayı “889”du. Bu benim sıra numaramdı. Sıra numaramı alıp bize gösterilen bekleme salonuna geçtim. Herkes ellerindeki kağıtlara bakıp bekleme sürelerini hesaplarken benim burada ne kadar bekleyeceğimin bir önemi yoktu. İşten izin almıştım, gidecek bir evim yoktu. Burada oturup etrafı izlemek oldukça eğlenceli geliyordu. Bazıları çok gergin görünüyordu, sanki tüm hayatları bir yarışmaya bağlıymış gibi. Bazıları yarışmanın posterlerinin önünde fotoğraflar çekiliyordu. Bazıları ise heyecanla orada oraya geziniyordu. İçeride binden fazla insan vardı ve sadece beş kişi seçilecekti, bu beş kişiden biri olur muydum? Olabilir miydim? Tam üç saat boyunca salonda bekledikten sonra elimdeki kahveyi yudumlarken görevlinin standın başına geçtiğimi gördüm.
“889.” dedi kulaklarımdaki ses. Başımı eğip parmaklarımın ucuyla tuttuğum kağıt parçasına baktım.
“Benim.” dedim sessizce. Gözlerim kağıdın üzerindeki 889 yazısının üzerinde dolaşırken ismimi unuttum, kim olduğumu unuttum. Bir anlığına sadece bir sayıya dönüştüm sanki.
“889 benim.” dedim. Ve hikayem böyle başladı.
İsmimin bir önemi kalmadı, hikayemin değeri yok. Sanki yok oldum, önem arz etmekten çıktım ve kendi benliğimi yan yana gelmiş üç rakamdan oluşan bir sayıya teslim ettim. Kendi hikayemi kendi ardımda bıraktım ve onun hikayesini yazmaya doğru bir adım attım.
Onun hikayesini yazmaya gidiyordum.
889’un hikayesini.
“Heyecanlanma, içeride ülkenin en iyi yapımcılarıyla bir arada olacaksın fakat hepsi oldukça sıcak ve mütevazi insanlar.” Görevli beni rahatlatmaya çalışırken onun hızına yetişmeye çalışarak kapıya doğru yürüyordum.
“Heyecanlıyım ama sorun değil. Güzel bir duygu...” diye mırıldandım gülümseyerek. İçeri girdiğim an gördüğüm yüzlerin hepsini tanıdığımı fark ettim. Hepsi magazinden gördüğüm tanıdık simalardı. Beni gülümseyerek selamlayıp direkt olarak sorularına geçtiler. Belli ki hızlı olmaları gerekiyordu.
“Yarışmayla ilgili ilgini çeken ne oldu?” diye sordu içlerinden biri, turuncu saçlı otuzlu yaşlarda bir adam. İsmi neydi bunun?
“Sizi kaybetmemizi ister misiniz diye sormanız ilgimi çekti. Kaybolmak istediğimi fark ettim.” dedim gülerek. Gülüştüler.
“Pekala. Kendini tanıt bakalım.”
“Ben Kumru Sonat. 19 yaşındayım. Konservatuar sınavlarına hazırlanıyorum. Dansçı olmak istiyorum.”
“O zaman burada ne işin var?” dedi içlerinden bir diğeri, ellili yaşlarında sarı saçlı bir kadın.
“Önce kaybolmam lazım.” dedim espriyle karışık. Bir kez daha gülüştüler.
“Annem ve babam hatırladığım yaşlarımdan beri kavgasız tek bir gün geçirmeyen bir çift. Beni ayakta tutan tek şey hayallerim. Fakat fark ettim ki onlarla birlikte yaşarken hayallerimden bile uzaklaşmaya başladım. Ben hayallerimden değil, evden uzaklaşmak istiyorum, kaybolmak istiyorum...” Kırk yaşlarında beyaz saçlı oldukça tanıdık bir yüz başını kaldırdı.
“Sorunlu bir ailen var ve seni onlardan uzaklaştıralım diye bir yarışmaya mı katılmak istiyorsun? Üstelik görünmez olmak istiyorsan yanlış yerdesin. Eğer seçilirsen seni milyonlarca insan izleyecek.” Derin bir nefes alıp başımı salladım.
“Yeterince görünmez oldum.” dedim, “Artık görülmek istiyorum. Orada, kimsenin beni bulamayıp herkesin beni göreceği o yerde yarışmak istiyorum. Üstelik siz söylediniz, kaybolmak kolay olanmış. Öyleyse izin verin de kaybettiklerinizden biri ben olayım. Zor bir şey istemiyorum.”
“Sevdim bu kızı...” dedi içlerinden biri.
“Peki çalışıyor musun?”
“Evet. Günlerim çok yoğun geçiyor aslında. Bir kitap kafede çalışıyorum, dans kursuna gidiyorum, eve ise sadece uyumak için gidebiliyorum.”
“Peki, o zaman sana son bir soru... Seni rahatlatan, zor zamanlarında kullandığın herhangi bir simge, kelime, cümle veya herhangi bir şey var mı?”
“Kolaylaştır.” dedim bir anda. Kaşlarını çatarak birbirlerine baktılar.
“Ne demek bu?” diye sordu içlerinden biri.
“Bu benim sihirli kelimem.” dedim gülümseyerek, “Her birimiz birçok kez zor zamanlardan geçer, zor şeyler yaşarız ama ne yaşarsak yaşayalım bunları içimizde halletmek ve kötü olan şeyleri bile kolaylaştırmak elimizdedir. Zor olan her şeyi daha da zorlaştıran bizleriz. O yüzden kendime hep ‘Kolaylaştır.’ derim. Kötü bir şey olduğunda mesela, ‘Kolaylaştır, kolaylaştır, kolaylaştır.’ diye tekrar ederim. Örneğin hiç istemediğim bir şeyi yapmak zorundayım. Yarın sabah işe veya okula gitmek için 5’te kalkmam gerekiyor diyelim. Eğer bunu sıkıntı edersem sabaha kadar sıkıntı edecek ve 5’te kalkıp işe gideceğim. Eğer bunu sıkıntı etmezsem sıkıntı etmeden 5’te kalkıp işe gideceğim. Yani yapmak zorunda olduğumuz her şeyi zaten yapacağız. Yaşamak zorunda olduğumuz her şeyi zaten yaşayacağız. Mesele bunları kendimiz için zorlaştırmadan yapmak, mesele kolaylaştırmak...”
Gözlerindeki etkilenmiş ifade görünmeye değerdi. Hayat mottom onlara ilginç ve etkileyici gelmişti.
“Teşekkürler Kumru, bekleme salonuna geçebilirsin. Tüm yarışmacılarla görüştükten sonra ikinci ve son elemeye katılacak isimler belli olacak.”
“Peki, teşekkür ederim.”
Yanlarından ayrılıp bekleme odasına döndüm. Benimle birlikte bekleyen yüzlerce insan olduğu gibi umutsuzluğa düşüp gidenler de olmuştu. Seçmelerin yapıldığı kültür merkezinin kafeteryasında yemek yedikten sonra bekleme salonuna geri döndüm. Müzik dinliyor, şiir okuyor, uyukluyor ve bekliyordum. Saatler sonra görevli kapıya çıkıp açıklama yaparken gözlerimi açtım.
“İkinci elemeye katılmaya hak kazanan yarışmacı numaralarını okuyorum.”
“Numara mı? Neydi benim numaram?” Telaşla ceplerimi aradığım sırada cebimden düşen küçük kağıdın uçuştuğunu gördüm. Kağıda doğru yürümek için ayağa kalktığım an birisi kağıt parçasını ayağıyla durdurdu. Siyah gömlek ve pantolon giymiş, yapılı bir çocuk kağıdımı ayağıyla tutup bana döndü.
“889,” dedi, “Senin kağıdın mı?”
“Evet. Teşekkür ederim.” diye mırıldanarak ona doğru yürüdüm. Yavaşça yere eğilip kağıdı eline aldı ve bana uzattı. Tam o sırada ikinci elemeye geçmeye hak kazanan numaralar okunduğu için kağıdı aldım ve onun yanında durup numaraları dinlemeye başladım.
“224, 356, 417, 482, 491, 533, 659, 747, 786, 889, 912. İkinci eleme için yarın saat 15.00’da burada olmanız bekleniyor.”
Numaralar okunurken salondaki yüzlerce insanın gözleri ellerindeki kağıtlardaydı. Seçilen on bir kişi hariç herkes hayal kırıklığı içinde toparlanırken seçilmiş olduğuma inanamıyordum. Kağıttaki “889” yazısına bakıyor ama asla inanamıyordum. Sonra gözlerim yanımda duran ve az önce kağıdımı ayağı ile tutan siyahlının elindeki kağıda kaydı. “533” yazıyordu kağıdında.
“Seçilmişsin.” diye mırıldandım sevinçle. Başını salladı. Pek şaşırmış gibi değildi.
“Sen de.” dedi, ben kocaman gülümserken o zaten seçileceğini biliyor gibiydi.
“O zaman yarın görüşürüz, Kumru ben.” dedim gülümseyerek.
“Uraz.” dedi kısaca, “Görüşürüz. Senin adına sevindim.” Başımı salladım.
Telefonumu birine haber verecekmişim gibi elime alıp gülümseyerek kapıya doğru yürürken haber verecek kimsem olmadığını kabullendim, gülümsemeye devam ederek dışarı çıktım. Zaten bunu kime haber verebilirdim ki? “Alo, bir yarışma için katıldığım ilk elemeyi geçtim. Yarışmanın konusu mu ne? Bizi yer altındaki 180 bin metrekarelik bir platoya terk edip gidecekler. Sonra da evlerimize dönmeye çalışacağız.” mı diyecektim mesela?
Teyzeme gidecektim, uyuyacak ve zamanın hızlıca geçmesini bekleyecektim. Otobüse bindiğim an telefonumun titrediğini fark ettim. Gelen mesaj annemdendi. Şaşkın bir ifadeyle yazdıklarını okumaya başladım.
“Kumru, teyzendeymişsin. Söylediklerim için özür dilerim. Öyle demek istemedim. Burası senin evin, geri gel.”
Annemin soğuk mesajını okuduktan sonra ona kısaca bir cevap yazdım.
“Birkaç ufak işim var, halledip geleceğim.”
Bir sonraki mesajına da “Yer altındayım, telefon çekmiyor.” diye cevap vermeyi umuyordum.
Şaka bir yana, ona kızgındım ama olur da yarışma için seçilen numaralardan biri olursam onunla vedalaşmadan gitmek gibi bir niyetim yoktu. Ben kötü bir insan değildim. Cevabımı gönderip arkama yaslandım ve yıllar sonra ilk defa kafamda bambaşka bir hayal serisi için yer açtım. Kumru’nun hayallerini bir rafa kaldırdım, yerine 889’un hayallerini koydum. Kumru dans etmek istiyordu, 889 ise yarışmak istiyordu. Önce yarışacak, sonra kazanacak ve sonra Kumru’nun hayallerini gerçekleştirmek için çabalamaya kaldığım yerden devam edecektim.
Hoş geldin, 889.
Ertesi gün saat 15.00’da kültür merkezine ulaştığımda oldukça heyecanlı ve yorgundum. Bütün gece heyecandan uyuyamamıştım. Salonda tam on bir kişiydik.
“Hepinize merhaba, ben 224.” diye girdi içeri otuzlu yaşlarında siyah saçlı bir kadın.
“Merhaba 224, ben 889.” dedim gülerek. Ciddi değildim, bu cümleyi onunla dalga geçmek için kurmuştum ama o böyle konuşmamızın normal olduğunu düşünüyor gibiydi.
“Nasılsın 889?” diye sordu ciddi bir ifadeyle.
“İyiyim, 224. Sen nasılsın?” diye sorduğumda gülmemek için zor duruyordum. O sırada yanımıza benim yaşlarımda bir çocuk yaklaştı. Esmer, uzun boylu ve gamzeliydi. Gamzelerinin dikkat çekmemesi mümkün değildi.
“Merhaba 889 ve 224.” dedi, “Ben 747.” Kendini tutamayıp gülmeye başladı, “Böyle konuşmak çok eğlenceli değil mi?”
“Gülmemek için zor duruyorum!” dediğim sırada 224 buna alınmış gibiydi. Kaşlarını çatarak anlam vermeye çalıştı.
“Nesi komik?” diye sordu.
“224 sinirlendi.” diye mırıldandı yanımdaki çocuk.
“224 numaralı yarışmacı görüşme odasına!” Görevli kapıya çıkıp salona doğru seslendiği an kadın apar topar içeri girdi. Heyecandan titriyordu.
“İlginç bir kadın...” dedim sessizce.
“Ben ikinizin de espri yaptığınızı sandım. O ciddiymiş.” dedi şaşkınlıkla, “Bu arada Eren ben.”
“Ben de Kumru.”
“Memnun oldum 889.”
“Memnun oldum 747.”
Gülüştüğümüz sırada görüş alanıma tanıdık bir sima girdi. Doğru ya, dün kağıdımı ayakkabısıyla tutmuştu. Neydi ismi? Uraz mıydı? Elinde kahvesiyle koltuklardan birine oturduğunda yine simsiyah giyinmişti. Siyah kazağının kolunu yukarı doğru sıyırdığında kolunda tarih yazılı bir dövme olduğunu gördüm.
“01.09.2019.” Kolunda yazan tarih buydu. Neyin tarihiydi acaba?
Bir süreliğine merakla onu izledikten sonra gözlerimi kaçırdım. Görüşmeler hızlıca geçip giderken sıramın ne zaman geldiğini anlayamamıştım bile. Salonda oturan insanların hareketlerini incelerken bekleme sürem akıp gitmişti.
“889, içeri gelebilirsin.” Görevli numaramı söyleyip beni içeri davet ederken bastırılmış bir heyecanla içeri girdim. Jüri üyeleri beni görünce yüzüme oldukça sıcak bir gülümsemeyle baktılar.
“Hoş geldin Kumru. Heyecanlı mısın?”
“Heyecanlıyım!” dedim gülümseyerek.
“Zorlaştırma, kolaylaştır.” dedi içlerinden biri.
İlk elemede söylediğim cümleyi hatırlıyor olmaları beni şaşırtmıştı. Yüzlerine şaşkın bir mutlulukla baktım. Bu hayatta önemsendiğim nadir anlardandı bu.
“Kolaylaştırmak için elimden geleni yapıyorum.”
“Söyle bakalım Kumru, yer altı seni korkutuyor mu?” Gülümsedim.
“Üstünden korkmadığım bir şeyin altından korkacağını düşünmüyorum.”
“Peki net olarak ne yaşayacağını, neyle karşı karşıya kalacağını bilmediğin bir dünyaya adım atacaksın. Bu seni korkutmuyor mu?”
“Hayır. Bir şeyleri bilerek yaşamayı değil yaşayarak öğrenmeyi tercih edenlerdenim.”
Art arda sıralanmış yirmiye yakın sorularını cevapladım. Neredeyse hepsi korku, cesaret ve pişman olmakla ilgiliydi. Sorular bittiğinde bekleme salonuna geçmem söylendi. Birazdan sonuçlar açıklanacaktı. Seçilip seçilmeyeceğime dair bir tahminim yoktu. Verdiğim cevaplardan etkilendiler mi bunu bile bilmiyordum. Koltuklardan birine umutsuzca ve gariptir ki aynı zamanda umursamazca oturdum. Umutsuzdum ama seçilmediğim takdirde umursayacağımı da düşünmüyordum. Başka bir hayal bulurdum, başka bir hayal için çabalardım. Ben Kumru Sonat’tım, çabalamaya aşıktım. Gözlerim salonda gezinen bir kıza takıldı. Sarı saçlarıyla, iddialı fiziği ve dikkat çekici tarzıyla kadar güzeldi ki gözlerimin ona takılmaması imkansızdı. Bir zamanlar İngilizce şarkıda “Seni sevmek kolay çünkü sen çok güzelsin.” diye bir cümle duymuştum. İşte bu kız öylesine bir güzellikti.
“Nisan, buradayım!” diye seslendi birisi kıza, isminin Nisan olduğunu o an öğrendim.
Görüşmeler yarım saatliğine daha devam ederken yanımda getirdiğim kitabımdan şiir okumaya çalışıyordum ama odaklanmakta güçlük çekiyordum. Aklım birazdan açıklanacak olan sonuçlardaydı. Herkes yorgun bir sessizliğe bürünürken nihayet jüri üyelerinin salona girdiğini gördük.
“Herkese tekrar merhaba. Öncelikle dün ve bugün saatlerinizi burada bizimle geçirdiğiniz için hepinize teşekkür ederiz.” dedi turuncu saçlı jüri. İsmi Taylan Kaval’dı. Yeni hatırlamıştım. Biz merakla dinlerken o konuşmaya devam ediyordu.
“Enkaz Altındakiler tüm dünyada seçmeleri devam eden bir yarışma. Bugün itibariyle tüm dünyada seçmeler sona erecek. Yarışma için seçilen beş ismi açıkladıktan sonra pek zamanınız olmayacak. Yeraltında her şey hazır, çocuklar. Tek beklenen sizlersiniz. O yüzden bu gece saat 12’yi geçtiğinde burada olmanız gerekecek. Yanınıza hiçbir şey almayacaksınız. Size ihtiyacınız olan her şeyi biz vereceğiz. Öyleyse hazırsanız seçilen numaraları ve isimleri okuyorum. Numarasını ve ismini duyanları sahneye alalım.”
“Hazırız.” dedik hep bir ağızdan. Kalbimin hızlandığını hissettim.
“Zorlaştırma, kolaylaştır...” dedim içimden.
“356, Nisan Naren.” dedi Taylan Kaval. Gözlerim gülerek ayağa kalkan sarışın kıza kaydı. Az önce güzelliğiyle dikkatimi çekmişti, belli ki onların da dikkatini çekmişti.
“482, Bulut Özar.” 1.80 boylarında ve kumraldı. Oldukça hoş görünüyordu. Kahverengi oduncu gömleği ile sahneye ilerlerken özgüvenle gülümsüyordu.
“533, Uraz Kayalar.” Kaşlarım havaya kalktı, kağıdımı ayakkabısı altında tutan siyahlı çocuğun seçilmiş olmasına ne tepki vereceğini görmek için başımı kaldırdım. Garip bir gurur vardı yüzünde. Başını gayri ihtiyari eğip kolundaki dövmeye baktı. Sanki dövmesine selam verdi.
“747, Eren Aymaz.” Duyduğum isim bugün tanışıp konuştuğum isimdi. En fazla sevinen o olmuştu. Ufak bir kahkaha atmış ve sırıtarak yürüyordu. Açıklanacak son bir isim kalmıştı. O an gözlerim sahnedeki dörtlüye baktı. O kadar gösterişli görünüyorlardı ki bir anlığına kendimi orada görememiştim, onların yanında durmam için seçilebileceğime inanmamıştım.
“889,” dedi aynı ses, “Kumru Sonat.” Şaşkınlıkla başımı kaldırdım. Hiçbir tepki veremeden otomatik olarak ayağa kalktım ve sahneye doğru yürüdüm.
Seçilmiştim. Ben, Kumru Sonat... Seçilmiştim.
“Evet, Enkaz dediğimiz platomuz hazırdı. Tek eksiğimiz Enkaz Altındakiler’di.” Dedi Taylan kendisini çeken kameraya doğru. O ana kadar bizi çeken bir kamera olduğunu fark etmemiştim bile.
“İşte, onlar da hazır sayın seyirciler. Karşınızda bizi temsil etmek için seçilmiş beş kişi! Enkaz Altındakiler!”
Kamera tek tek yüzlerimizde dolaşırken ne tepki vereceğimi bilmiyordum.
“356, 482, 533, 747 ve 889.” dediler bir kez daha.
O an anladım ki artık Kumru yoktu. Artık 889 vardı.
“Ve sana söz veriyorum 889,” dedim kendi kendime, “Sana güzel bir hikaye yazacağım.”