38.Bölüm : Dünyanın En Güzel İsmi

Beyza Alkoç

*Bize hiçbir şeyi yaşamayı hak görmeyen herkese bir çiçeğin bataklıktan da doğabileceğini göstereceğiz.*

(FİNAL)

Efe ile çiftlik evinden çıkıp ulaştığımız yer No 26’nın hemen önüydü. Binanın tabelasının önündeki kamyonetler nakliye firmalarına aitti. Taşınanlar ise bizim eşyalarımızdı. Taşınan eşyaları acı içinde izlediğim sırada Efe öfke ile arabasından inecekken onu tuttum.

“Bırak götürsünler, hepsini geri getireceğiz.” dedim sessizce.

Mesele eşyaların maddi değeri değildi, mesela o koltuktaki konuşmalarımız, o masadaki kahve içişlerimizdi. Mesele, o yatakta uyuyan kız kardeşimdi. Mesele bizdik.

Orada durup neredeyse bir saat boyunca mobilyalarımızın taşınmasını izledik. En sonunda nakliyeciler evimizin önünden ayrılırken arabadan indik ve No 26 yazılı binanın önünde durup öylece evimize baktık.

“Yukarı çıkmak istediğine emin misin?” diye sordu Efe. Başımı salladım.

“Eminim.” dedim sessizce, “Ama sen elimi tut, olur mu?” dedim güçsüzce.

“Artık elini hiç bırakmam. Asla...” dedi Efe, elini uzatıp elimi sıkıca tuttu.

Birlikte No 26 tabelasının yanından geçip içeri girdik. Asansörlere yönelmedik, merdivenlerden çıktık. Bir binanın merdivenlerini kullanmak o binayı anlamaktı. Kimler geçmişti bu basamaklardan, neler yaşanmıştı buralarda... Sonunda “Daire 7” yazısının önünde durduğumuzda kendimi kaybedecek gibi oldum. Ece’nin gidişinden sonra buraya uğramamıştım bile, Efe’nin evinde kalmıştım. Doğukan çoktan kendi dairesine geçmişti ama ben yine de buraya dönmemiştim. Bu adım bu eve Ece’nin vedasından sonra atacağım ilk adımdı.

O adımı attım. Kız kardeşimle birlikte yaşadığım, anılarımla dolu evi bomboş görmek kalbimi incitse ne olurdu? Zaten tuzla buz olmuş bir şey daha ne kadar kırılabilirdi?

“Siktir et,” dedim kendi kendime, “Daha ne kadar üzülebilirim ki?”

Bundan sonraki hayat mottom bu olacaktı, daha ne kadar üzülebilirdim ki? Daha ne kadar kötüye gidebilirdi? Zirveyi tatmıştım, üzüntünün zirvesini tanımıştım. Efe elimi tutmaya devam ediyordu, bomboş dairenin içinde gezindikten sonra parmaklarım salonun duvarındaki bir çizgiye dokundu.  

“Buraya resim çizecekti...” diye mırıldandım, “Keşke ona o an ona kızıp kalem kağıt getirmek yerine bıraksaydım da duvara çizseydi.” dedim sessizce.

Parmaklarım o yamuk yumuk çizgiyi takip etti, hüzünle gülümsedim.

“Sana bıraktığı çok şey var.” dedi Efe, “Ne demişti, hatırlamıyor musun?” dedi siyah kabanının cebinden çıkardığı çiçek dürbününü bana uzatarak.

O çiçek dürbününü haftalardır görmemiştim. Efe’nin elinde gördüğüm an ellerimin titrediğini hissettim. Sonra Ece’nin o cümleleri döküldü dudaklarımdan.

“Seni çok seviyorum abla. İnsanlar en sevdiklerine en sevdikleri şeyleri verirler. Bir gün beni özlersen çiçek dürbünüme bakıp beni burada görebilirsin belki.”

İnsanlar gidebilirdi ama bize kurdukları cümleleri hep bizimle yaşayacaktı. Efe’nin elinden aldığım çiçek dürbününü kaldırıp içine baktım. Işıkların rengarenk yansımalarla oluşturduğu o çiçek şekillerine baktım ve size yemin ederim orada bir yerde Ece’yi gördüm. Acımın son raddesini de yaşadıktan sonra evime son kez baktım.

“Gidelim mi?” diye sordu Efe, “Ya da senin için birazdan eve bakmaya gelecek olan emlakçılarla kavga edebilirim. Nasıl istersen.”

“Gidelim.” dedim, “Artık ne yapmamız gerektiğini biliyorum. Burayı görmeye, bazı cevapları hissetmeye ihtiyacım vardı.”

Efe ile oradan çıktıktan sonra birkaç sokak ötede bir yere geçtik, uzun zaman sonra ilk defa dışarıda bir yerde kahvaltı yapmak istedim. Önü açık güzel bir kahvaltı mekanına oturduğumuzda masada sadece telefonlarımız vardı. Efe kahvaltı siparişi verdikten sonra bana döndü, yüzünde umut vardı.

“Seni haftalar sonra böyle görmek benim için nasıl bir his tahmin edemezsin...” dedi bir anda.

“Ölümden dönmüş gibiyim.” dedim sessizce, “Beni hayata sen döndürdün.”

“Benim gücüm buna yetmezdi Mine, sen bu kadar güçlü olmasaydın bunu tek başıma yapamazdım.” dedi.

Sonra masada duran elimi tutup kaldırdı, elimi dudaklarına götürüp öptü. Sonra elimi kendi yanağının üzerine koydu, yanağını elime yaslayıp gözlerini kapattı. Buna ne çok ihtiyacı vardı, kendimi ne çok özletmiştim... Tek üzülen, tek acı çeken ben değildim.

“Seni çok özledim.” dedi elim yanağındayken. İnsan haftalardır yanından bir dakika bile ayrılmadığı birini yine de özleyebiliyormuş, o an bunu anladım.

“Ben de seni çok özledim. Çok özledim Efe...” dedim duygulanarak, sonra devam ettim, “Peki neler oldu? Bana anlatmadığın nelerle baş etmeye çalıştın. Her şeyi anlat bana. Tek tek...”

Bir yandan kahvaltı yaptık, bir yandan Efe’yi dinledim.

Baştan sona her şey rezaletti. O haberi canlı yayında almamla başlamıştı her şey, Bora haberi canlı yayında nasıl verirsiniz diyerek yönetmenle kavga etmiş ve menajerlik işinden kovulmuştu. Sonrasında Efe için tutulan yeni menajer ve ekibi sözleşmenin gereği olarak ona sadece acımızı yaşamız için bir hafta izin vermiş. Daha sonra program istekleri, konser talepleri, albüm teklifleriyle gelip durmuştu. Sonrasında ise son darbe, sözleşmenin gereği olan tazminat hakkını kullanmışlardı.

“Bora nasıl?” diye sordum endişeyle.

“İyi olmaya çalışıyor. Kızının hastalığıyla uğraşıyor, mevzuyu biliyorsun. Masraflı bir hastalık... İşinden kovuldu, başka bir yerde çalışmaması için de ellerinden geleni yapıyorlar. Siktiğimin ruh hastaları...” dedi Efe öfkeyle.

Duyduğum her bir cümleyle başıma ağrılar giriyordu. İnsanlar nasıl böyle kötü olabilirdi? Nasıl? Uzun zamandır kullanmadığım telefonumu elime aldığımda telefonumun yüz binlerce bildirimle dolu olduğunu gördüm. Hepsini kapattım, hepsinden kurtuldum. Sonra sadece kaynaklarımla konuşmak için kullandığım mesajlaşma uygulamasına girdim. O mesajları tek tek okudum. Saçma sapan magazin haberlerinin ve baş sağlığı mesajlarının arasında bir mesaj vardı. Öyle bir mesaj vardı ki parlıyordu...

“Kimden : Kaynak 23.”

“Selam YKK. Haftalardır Gülçin ve Handan’ın reyting için sana acını canlı yayında yaşattıkları gerçeğini unutamıyorum. Benden bu zamana kadar hiç ufak haber almamışsındır, bilirsin, ben büyük haberlerin insanıyım. Sektördeki herkes hakkında öyle şeyler bilirim ki ben konuşsam kimse bir daha kamera önüne çıkamaz. Bu sabah Efe’nin sözleşme meselesini öğrendim. Evinizin elinizden alındığını duydum. Ben bile böyle büyük kötülüklere şahit olmamıştım. Kendi kendime dedim ki, ‘Kaşınıyor bunlar.’ Sanırım onları kaşıma vaktin geldi Yeşil Küpeli Kız. Önce Gülçin ve Handan’ı, hemen sonra ise Efe Duran’ın prodüktörü Yahya Bayan’ı bitireceğin birkaç haber ve birkaç görsel bırakıyorum buraya. Bunların hiçbirini karşılık bekleyerek yapmıyorum. Bu haberlerden elde etmek istediğim tek kazanç o üçlünün yüzlerinde görmek istediğim bitmişlik ifadesi. Bitir işlerini.”  

Sonra ekranı aşağı kaydırdım ve gönderdiği görsellere bakıp yazdığı bilgileri okudum. Kendimden emin bir şekilde başımı kaldırdım. Telefonumu Efe’ye uzattım.

“Bunlar ne?” diye sordu kaşlarını çatarak.

“Oku.” dedim sadece.

Öyle şeyler yazılıydı ki, öyle görseller vardı ki bir daha sektörde isim duyurmayı bırakın isimlerini bile değiştirmek isteyeceklerdi. İsimlerini değiştirmek isteyeceklerdi derken, bunu cezaevinden çıktıktan sonra yapacaklardı. Şimdi buna vakitleri olacağını sanmıyordum.

Efe başını kaldırıp yüzüme baktığında şok içindeydi.

“Tüm foyalarının ortaya çıktığı haberlerini onlara nasıl verelim istersin?” diye sordu, “Canlı yayında mı, bir konserde mi? Nasıl verelim?”

Sesinden tatmin akıyordu. Ona uzun zaman sonra ilk defa huzurla gülümsedim. Telefonumu elinden aldım ve kendi fotoğrafımı koyduğum, ismimi Mine Uysal yaptığım ama serüvenime Yeşil Küpeli Kız olarak başladığım hesabıma girdim. Milyonlarca insana hitap ettiğim bu hesap benim serüvenimin başlangıcı olmuştu, sonu da burada olacaktı.

“Ben haberleri nasıl veririm bilirsin.” dedim.

“Demek Yeşil Küpeli Kız geri dönüyor, öyle mi?” dedi Efe yüzünde hayranlık dolu bir ifadeyle.

Sonra tüm görselleri ekledim ve uzun zamandır parmaklarımdan dökülmeyen o cümleleri yazdım.

“Yeşil Küpeli Kız’dan uzun zaman sonra her birinize günaydın Türkiye, günlerden 25 Kasım Pazartesi, bugünün bombalarına hazır mısınız?”

Yeşil Küpeli Kız’ın geri dönüşü bütün Türkiye’yi ayağa kaldıran bir haberle olmuştu. Günler boyunca konuşulan haberleri Efe, ben, Bora ve Bora’nın işsiz kalan tüm ekibi birlikte zevkle takip etmiştik. Gülçin ve Handan yasaklı maddeler sebebiyle, Yahya ise üzerine konuşmak bile istemediğim bir ton suçtan yargılanırken kazanan biz olmuştuk.

Çok şey kaybetmiştik ama en sonunda kazanan biz olmuştuk.

Günler her birimizin kendi içindeki mücadelesiyle geçip giderken Bora, Efe ve ben sık sık yeni bir yol çizmek üzerine konuşuyorduk. Sonra bir gün bir karar verdik, Bora kendi prodüksiyon şirketini kurmak istiyordu. Ona destek olmak için her şeyi yaptık ve o prodüksiyon şirketinin isim annesi benim oldum.

“Lotus Prodüksiyon.”

Gözlerim bu tabelanın üzerinde gezinirken her şeyin yerine oturduğunu hissetmeye başlamıştım. Her birimiz yeniden umut etmeye başlamıştık. Üstelik Efe tüm o sözleşme saçmalıklarından kurtulduktan sonra Lotus ile çalışmak ve müziği bırakmak istemediğine karar vermişti. Sadece müzik yapmak istiyordu. Ünlü değil, müzisyen olmak istiyordu. Konserler, aptal programlar, basın toplantıları bir yana dursun Efe sadece müzik yapmak istiyordu. Onun bırakmak istediği şey hiçbir zaman müzik değildi, o sadece görünmez olmak ve aşık olduğu işi yapmaya devam etmek istiyordu.

No 26’ya gelecek olursak, binanın satış değeri on beş milyondu. Efe o binayı hem babası ve annesi için, hem benim için istiyordu. Bu şimdilik rafa kaldırılmış bir hayaldi.

Ben mi? Ben bir zamanlar bırakma yanılgısına düştüğüm, sevdiğim işi yapmaya devam ediyordum. İnsanların duygularını hiç düşünmeden sadece reyting almak için bu kadar kötüleşen bir sürü magazincinin yanında her şeyi temizleyen bir el olmak istiyordum. Doğruları yazan bir magazin yazarı olmak... Yeşil Küpeli Kız olmak.

İnsan kendini kolayca unutabilen bir varlıktı, o yüzden kendime kim olduğumu hep hatırlatacaktım. Yeşil Küpeli Kız’dım ben. Çamurda doğmuş ve tertemiz kalmış, kendi kendine büyümüş bir bataklık çiçeğiydim. Bir lotus çiçeği... Milyonlarca hayranı olan Efe’nin hayran olduğu tek isimdim ben, Mine.

Günler benim için kiraladığımız o çiftlik evinde yazmakla ve araştırmakla geçip giderken Efe ve Bora ise yeni şarkılar üzerinde çalışıyorlardı. Bazı saatlerimi evden çıkıp yürüyerek ve o bataklığa gidip o çiçekleri ziyaret ederek geçiriyordum. Kulağımda kulaklıklarım, Rengarenk Acılar’ı dinliyordum.

Öyle bir yıl olmuştu ki nasıl başladığını, nasıl bittiğini anlamamıştım. O günün yılın son günü olduğunu anladığımda Efe ile arabadaydık. Radyonun birinde insanlar yılbaşı dileklerini sıralarken fark etmiştim, bugün yılın sonuydu. Dışarıda kar yağıyordu ve biz hava kararmak üzere olmasına rağmen Bora’yı ziyarete gidiyorduk.

“Hayattan o kadar kopmuşum ki bugünün 31 Aralık olduğunu fark etmemişim...” diye mırıldandım kendi kendime.

“Ben de. O kadar farkında değilim ki bugüne iş toplantısı ayarlamışım.” dedi Efe.

Kurduğu cümlenin üzerine düşünmedim bile. Başımı dışarı çevirdim ve yolu izlemeye odaklandım. Yağan karı izleyerek kendi kendime yaşanan her şeyi düşünüyordum. Kazandığım ve yitirdiğim her şeyi... Tek tek her üzüntümü, her sevincimi, her hayal kırıklığımı ve her heyecanımı düşündüm. Bu yılı her anıyla kafamın içine kazıdım.

Sonra günlerdir çalışmaktan öyle yorulmuştum ki böyle bir havada arabanın sıcağı ve sessizliği içinde mayıştığımı hissettim. Gözlerim kapandı, uzun zaman sonra ilk kez arabada uyuyakaldım. Gözlerimi arabanın hareketsizliğini fark ederek açtığımda hava neredeyse tamamen kararmıştı. Arabaya vuran pembe neon ışıklar çok tanıdıktı, neredeydik biz?

“Efe,” dedim uykumu açmaya çalışarak, “Neredeyiz? Burası neresi?”

“Evimizdeyiz.” dedi Efe.

Başımı kaldırıp karların arasından dışarıya baktım. Kar yağışı o kadar yoğundu ki dışarıya dair görebildiğim tek şey neon ışıklardı. Efe kapısını açıp aşağı indikten sonra gelip benim kapımı açtı. Derin bir nefes aldı ve konuşmaya başladı.

“Evine hoş geldin. Elimi tut, düşmene izin vermem.”

Tüm bunlar ne demekti? Efe’nin elini tuttuğum ve arabadan indiğim an arkada gördüğüm No 26 tabelasıyla şaşkınlıkla Efe’ye döndüm.

“Ne demek bu?” diye sordum, “Ne işimiz var burada?”

“Sabret,” dedi Efe, “Birazdan cevaplarını alacaksın.”

Efe ile önce binaya girip sonra merdivenlerden çıktık. Daire 7’nin önünde durduğumuzda kapıda bir kapı süsü bile vardı. Ben şaşkınlıkla olan bitene anlam vermeye çalışırken Efe evin kapısını cebinden çıkardığı anahtar ile açtı.

“Efe...” dedim nutkum tutulmuş bir şekilde. Başka hiçbir şey söyleyemedim. Şok içinde içeri girdim.

“Eşyalar...” deyiverdim zar zor, “Ev...” Konuşamıyordum, öylesine birkaç kelime söyleyip duruyordum. Efe bana arkamdan sarıldı, kulağıma doğru eğilip fısıldayarak konuşmaya başladı.

“Evimizi aldım.” dedi, “Eşyalarımızı da aldım. Kimse bizden hiçbir şeyimizi alamaz. Artık kaybetmeyeceğiz.”

Evin içindeki her şeyi gözyaşları içinde izliyordum. Salona benim koltuklarımı ve kendi berjerini koymuştu. Benim yemek masamı ve kendi orta sehpasını. Benim tüllerimi ve kendi perdelerini... Tüm eşyalarımızı birleştirerek bir ev dizayn etmişti.

“Nasıl?” diyebildim sadece, “Nasıl...”

“Şimdilik sadece dairemizi geri alabildim ama bizim için gece gündüz çalışacak ve bu binayı geri alacağım Mine. Burada yaşadığımız hiçbir şeyi elimizden almalarına izin vermeyeceğim. No 26 bizim.”

O kadar duygusaldım ki ne diyeceğimi bilemiyordum. Gözlerim duvardaki bir tabloya takılı kalmıştı. Yağlı boya bir resimdi bu, küçük bir kızın bir bataklık kenarında oturduğu ve lotus çiçeklerini izlediği bir resim...

“Bunu sen mi yaptırdın?” diye sordum şok içinde, o kızın Ece olduğuna öyle emindim ki gözyaşlarımı tutamıyordum.

“Evet, senin için.” dedi Efe saçlarıma bir öpücük kondururken.

Sonra ondan ayrılıp yağlı boya tabloya doğru birkaç adım attım ve tüm ayrıntıları yakından incelemek istedim. Kızın elindeki çiçek dürbünü, lotus çiçeklerinin pembesiyle aynı renkti. Elimi tablonun üzerinde gezdirdikten sonra teşekkür etmek için Efe’ye döndüğümde beni çok daha şok edecek bir görüntü bekliyordu.

“Efe, sen... ne yapıyorsun?” dedim şaşkınlıktan zar zor konuşarak.

Efe’nin heyecanını gözlerinden okuyabiliyordum. Yere diz çökmüş, elindeki yüzük kutusunu açmış bana bakıyordu. O an ateşimin çıktığını hissettim. Ona doğru bir adım attım ve ürkek bir nefes alarak gözlerine baktım.

“Mine...” diye söze girdi Efe, “Benim güzel kızım... Sana karşı hissettiğim aşkın da şefkatin de sınırı yok. Benim için korumak için her şeyi yapacağım nadide bir ruhsun sen. Sana hayranım, hayat hikayene hayranım, tertemiz kalmış ruhuna hayranım. Senin her ayrıntına, her detayına aşığım. Sana dair sevmediğim tek bir şey var.” dediğinde anlam vermeye çalışarak yüzüne baktım.

“Sevmediğin bir şey mi?” dedim şaşkınlıkla, “Nedir o?”

“Soyadın.” dedi gülümseyerek, “Sana bir ton acı yaşatan o adamın soyadını taşıman gururuma dokunuyor. İzin ver sana soyadımı vereyim, izin ver de dünyanın en mutlu adamı olayım.”

“Efe... sen...” dedim bir kez daha şok içinde konuşamayarak.

“Benimle evlenir misin Mine?”

O an hayatımın en güzel anıydı. Karşımdaki adam benim ailem olmak istiyordu. Evim dediğim tek yeri bir kez daha yuvam yapmıştı, şimdi burada benimle bir aile olmak ve beraber yaşamak istiyordu. Ona nasıl hayır diyebilirdim.

“Evet.” dedim titrek sesimle.

İşte bu, benim Mine Duran olarak devam edeceğim hayatıma attığım ilk adımdı. Beni saran kolları benim için sonsuz bir ailenin başlangıcıydı. Arkamızdan gelen havai fişek sesleri ve yeni yılı kutlayan insanların seslerinin ortasında öylece durmuş birbirimize sarılıyorduk.

Daha sonra balkonumuza çıkıp dışarıdaki havai fişekleri izlerken Efe’nin gözleri parmağımdaki yüzükteydi.

“Mine Duran... Mine Duran... Mine Duran... Dünyanın en güzel ismi... Mine Duran.” Efe sürekli olarak ismimi bu şekilde tekrar ediyordu ve ben her söylediğinde daha büyük gülüyordum.

Bu satırlar benim size veda satırlarım. Yeşil Küpeli Kız’ın son satırları... Bir gün bir yerde olur da bir çiçek dürbünü görürseniz ve içine bakarsanız bilin ki biz orada bir yerdeyiz. Işıkların renklerle en güzel işbirliğinin arasında bir yerdeyiz... Bir evin balkonunda, veya bir bataklığın kenarında, bir lotus çiçeğinin yansımasındayız. Bir müziğin notalarında, bir şarkının sözlerinin birindeyiz. Bu bir son değil, hiçbirimizin hikayesinin sonu yok. Bu benim sonsuz mutluluğumun başlangıcı da değil. Sonsuz mutluluk diye bir şey yok, kimse için yok. Elbette mutsuzluklar olacak, acılar hep olacak. Sonrasında ise biz hep toparlanacağız, hep ayağa kalkacağız. Bize hiçbir şeyi yaşamayı hak görmeyen herkese bir çiçeğin bataklıktan da doğabileceğini göstereceğiz.

Daha önce dediğim gibi, kendimi yaşamaya değer görmediğim her şey benim bu hayattaki esaretimdir.

Belki sonsuz mutluluk yoktu ama sonsuz esaret de yoktu. Ben bu esaretten kurtulmuştum, bu dünyada güzel olan ne varsa diğerleri gibi benim de hakkımdı. Hak etmediğim, kendimi değer görmediğim hiçbir şey yoktu ve olmayacaktı.

Hepimiz değerliyiz, hepimiz her şeyi hak ediyoruz. Çünkü bu dünya bizim, acısını yaşadığımız gibi mutluluğunu da yaşayacağız. Bu bizim en büyük hakkımız.