26.Bölüm : Yeri Olmayanlar.
.png)
26.Bölüm : Yeri Olmayanlar.
Sabah gözlerimi açtığımda Nisan’ın koltuğundaydım. Dün akşama dair hatırladığım son şey Uraz’ın telefonunda gördüğüm “Duygu” ismi ve hemen sonrasında içimdeki öfkeyi bastırmaya çalışırken uyuyakaldığımdı. Dışarıdaki güçlü rüzgarın sesi evin her yanını sarıyordu. Dikkatlice doğrulduğum sırada Uraz’ın karşı koltukta uyuduğunu gördüm. Burada mı kalmıştı?
Gözlerim üzerinde gezindi. Üzerinde kısa kollu beyaz bir üst vardı, yeşil battaniyeyesine sıkı sıkı sarılmıştı. Gözlerim Uraz’ın orta sehpada duran telefonuna çevrildi. Aklım yine dün akşama gitti. Kimdi bu Duygu? Uraz’ın hayatında biri mi vardı? Öyleyse burada ne işi vardı?
Uraz’ın kıpırdanmasıyla birlikte bakışlarımı önüme çevirdim. Göz ucuyla baktığımda ise hala uyuyor olduğunu gördüm. Elim yastığımın altına uzanırken kendi telefonumu arıyordum. Telefonumu yastığın altından çıkarıp saate baktım. Saat henüz 07.26’ydı. Onlar için çok erken olmalıydı. Kaçta uyuduğumu, kaç saat uyuduğumu bile hatırlamıyordum. Peki şimdi ne yapacaktım? Kendimi zorlasam kalkıp banyoya gidebilir miydim? Yoksa banyoya dahi gidebilmek için bile birinden yardım mı istemeliydim? Eğer kimsenin yardımı olmadan yaşayamayacak bir haldeysem burada ne işim vardı? Bana bu halde annem ve babam değil, onlar mı bakacaktı?
Ellerimle koltuğa tutunarak bacaklarımı aşağı doğru uzattım. Bacaklarımı hissediyordum, hissettiğim şey ise yoğun bir uyuşukluk ve karıncalanma hissiydi. Tek elim ile koltuğun kenarına, diğer elimle ise koltuğun minderine tutunarak ayağa kalktım. Koltuğa eğilmiş bir şekilde tutuna tutuna yavaşça ilerledim. Koltuğun bir ucundan diğer ucuna gelene kadar bile nefes nefese kalmıştım. Kapıya ulaşabilmem için kalan birkaç adımı hiçbir yere tutunmadan atmalıydım. Bunu yapabilir miydim? Koltuğu tutan ellerimden birini çektim ve sağ dizimi tuttum. Dizimi elimle öne doğru itip bir adım attım. Sonra diğer elimi de çektim ve yavaşça bir adım daha attım. Bacaklarım titriyordu ama yüzümde umut dolu bir gülümseme vardı. Öylece ayakta durmuş tir tir titriyordum. Sağ bacağımı bir kez daha öne itmeye çalıştığım sırada bacaklarımın gücü tükenmiş gibiydi.
“Hayır, hayır hayır!” gibi bir fısıltı çıktı dudaklarımın arasından.
Kendimi yerde bulduğumda ise tek hissettiğim kalçamdaki fiziksel acı değildi, içimdeki hayal kırıklığını nasıl yok sayardım?
“Kumru!” Uraz uykusundan sıçrayarak uyandıktan hemen sonra hiç tereddüt etmeden koltuktan kalktı ve hızla yanıma geldi.
“İyiyim, iyiyim.” diye mırıldandım, “Tuvalete gidecektim... Ve düştüm.”
Uraz bana doğru eğilmiş, hüzünle beni izliyordu.
“Beni neden uyandırmadın?” diye sordu, “Neden yardım istemedin?”
Bir süre sessiz kaldım. Beni anlamıyor olamazdı, değil mi?
“Gel bakalım.” dedi Uraz, cevap vermeyeceğimi anlamıştı. Beni kollarıyla sararak kucağına aldı. Koridorda ilerlerken bir yandan konuşuyordu.
“Bacaklarına zaman vermelisin Kumru. Bunu kendin için bu kadar zorlaştırma. Kolaylaştırmak senin elinde.”
“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım.
Uraz beni tuvaletin kapısında yere indirdi. Ellerimle kapının iki kenarına tutundum ve yavaşça birkaç adım attım. Canım ne kadar yansa da dayanmaya çalıştım.
“Burada bekliyorum.” dedi Uraz arkamdan kapıyı kapatırken.
Hayatım beni her seferinde aptalca kararlar vermeye itiyordu. Burada olmam aptalca bir karardı ama hayat bana başka bir çare sunmamıştı. Annem tarafından istenmemiştim. Babam her ne kadar aksini söylese de onun yanında olduğumda başıma geleceklerin aynı olacağından da emindim. Oysa bu halde bulunmam gereken yer burası değildi. Onlara kendime dair böylesine büyük bir sorumluluk veremezdim. Aptalca bir heyecanla sorulmuş, aptalca bir heyecanla kabul edilmiş bir teklifti bu. Nisan da ben de aileleri tarafından sevilmeyen çocuklardık, onun benim yaralarımı sarmak istediğini biliyordum ama ondan bana annelik yapmasını bekleyemezdim. Bu halde onun yanında kalamazdım, bu halde onlarla olamazdım.
Tuvaletin kapısını açtığım sırada kapının iki yanına tutunarak koridora çıktım.
“Gidebiliriz.” dedim utanarak. Uraz gülümseyerek başını salladı ve beni bir kez daha kucağına aldı.
“Sana kahvaltı hazırlamamı ister misin?” diye sordu Uraz, “Diğerleri çok geç yattı. Onları bu saatte uyandırmayalım.”
“Sen de geç yatmış olmalısın. Benim yüzümden uyandın.” Uraz beni koltuğa bıraktı ve doğrulup karşı koltuğa oturdu.
“Tekrar uyuyabileceğimi sanmıyorum. Üstelik gayet dinç hissediyorum. Uyanır uyanmaz seni görmemle bir ilgisi olmalı.” Gülümseyerek başımı eğdim.
Öyleyse Duygu kimdi? Bu soruyu sormak ve sormamak arasında kalmış, kendimle şiddetli bir mücadele veriyordum.
“Sevindim...” diye mırıldandım, “Yani... dinç hissetmene.”
Uraz gülümseyerek boğazını temizledi ve ayağa kalktı. Orta sehpada duran kumanda ile televizyonu açtı ve kumandayı kucağıma bıraktı. Bana doğru eğildiği sırada konuşmaya başladı.
“Ben ikimize hızlı bir kahvaltı hazırlayıp geliyorum. Sen keyfine bak.”
“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım.
Kucağımdaki kumanda ile televizyon kanalları arasında geçip durdum. Dikkatimi hiçbir şeye veremiyordum. Ne yapmam gerektiğini sorgulamakla meşguldüm. Bu halde burada kalamayacağıma emin olmuştum. Peki kime gidecektim? Bana kim bakacaktı? Babama gidip annemle yaşadığım şeylerin aynısını yaşamak istemiyordum. Kendime sonsuza kadar kalacak bir yer bulmak zorunda değildim. Sadece bir süreliğine, tedavim bitene ve bacaklarım güçlenene kadar kalacak bir yer bulmalıydım. Aklıma gelen tek isim ise teyzemdi. Oysa teyzem bana annemi hatırlatıyordu ve şu an istediğim en son şey annemi hatırlamaktı. Sanırım bir kez de babamla denemek zorundaydım.
Uraz kahvaltı hazırlarken mutfaktan gelen tabak çatal sesleri eşliğinde babama umutsuzca bir mesaj yazdım.
“Günaydın baba. Dün Nisan’da kalmama izin verdiğin için teşekkürler. Beni kaçta alabilirsin?”
Telefonumu yanıma bıraktım ve başımı kaldırıp bir kez daha kumandayı kavradım. Aynı kanalları bir kez daha baştan sona dolaştım. Rastgele bir çizgi film kanalında durdum ve bakışlarımı dışarı çevirdim. Gözlerim uykulu bakışlarla dışarıdaki ağaçlarda dolaşıyordu. Bir süreliğine öylece gözlerim açık bir şekilde uyukladıktan sonra Uraz’ın sesiyle kendime geldim.
“Çizgi film, öyle mi? Müthiş zevklerin var.” dedi gülümseyerek. Elindeki tepsi ile yanıma geldiğinde buruk bir gülümsemeyle başımı salladım.
“Açıkçası bu kanalın açık olduğunun bile farkında değildim.”
Uraz tepsiyi bacaklarıma bıraktı. İkimize de birer tost birer fincan da çay hazırlamıştı.
“Kendimi çocukluğumda gibi hissettim.” diye mırıldandı, “Sabahları en sevdiğim şey, tost yiyip çizgi film izlemekti.” Beni neşelendirmeye çalıştığı her halinden belliydi.
“Ben hayatımda ilk kez tost yediğimde on üç yaşımdaydım.” diye mırıldandım, “Belli bir yaşa kadar tost makinesini kullanmam da diğer elektronik mutfak aletlerini de kullanmam yasaktı. Annem ve babam da genelde bana bir şeyler hazırlamak için evde olmuyorlardı.”
“Anladım...” dedi Uraz morali bozularak. İçinden geçenleri tahmin edebiliyordum.
“İçinde farklı bir tat var.” dedim, “Ne bu?”
“Kekik.” dedi Uraz.
“Benim yokluğumda Eren’le fazla vakit geçirdin sanırım.” diye mırıldandım gülümsemeye çalışarak.
“Aslında bu abimin tarifi. Moralim bozuk olduğunda bana hep kekikli ve domatesli tost yapardı. Bir yerden sonra kekikli tost benim için bir moral bozukluğu rutinine döndü.”
“O yüzden mi yaptın?” diye sordum, “Moralimi düzeltmek için mi?”
“İşe yaradı mı?” dedi Uraz gülümseyerek. Başımı salladım.
O sırada telefonum çaldı. Arayan babamdı. Uraz’ın gözlerinin belli belirsiz telefon ekranımda gezindiğini gördüm.
“Babam arıyor.” diye mırıldandım ve telefonu açıp kulağıma götürdüm.
“Efendim baba?”
“Kızım! Nasılsın? Mesajını şimdi aldım. Bugün evden çalışacağım, hemen gelip alayım mı seni? İster misin?” Babamın sesindeki ilgili ton hayata yeniden döndüğüm ilk andan beri beni şaşırtıyordu.
“İyiyim baba. Kahvaltı yapıyorum. Olur, istediğin zaman gelebilirsin.”
Bu cümleyi kurduğum an Uraz’ın çatık kaşlarla bana döndüğünü gördüm. Soran gözlerle bana bakıyordu. Ben ise ifadesizdim.
“Tamam kızım, sana bana adresini gönderebilir misin? Ben birazdan çıkıyorum.”
“Tamam baba, görüşürüz.”
Telefonu kapatıp babama adresimi gönderdim. O sırada Uraz kahvaltıya ara vermiş, üzgün gözlerle benden gelecek bir cümleyi bekliyordu. Soru soramıyordu, benim anlatmamı istiyordu.
“Babam birazdan burada olur. Sanırım bir saate.” diye mırıldandım.
“Neden?” dedi Uraz, “Burada kalmayı kabul etmiştin Kumru. Ne değişti?” Derin bir nefes aldım.
“Ben değiştim Uraz. Nisan’ın beni kendisine ne kadar yakın hissettiğini de bunu ne kadar istediğini de biliyorum ama şu anki durumumda bu mantıklı değil. Sen de biliyorsun.”
“Ne var durumunda? Sadece biraz zamana ihtiyacın var.” dedi Uraz çaresizce.
“Tuvalete bile gidemiyorum Uraz!” dedim gözlerim dolu dolu, “Bana yardım etmesi gereken kişiler beni bu dünyaya getirenler. Annem değilse babam, babam değilse teyzem... Ben sizden böyle bir yardım isteyemem. Biliyorum, hiçbir zaman eskisi gibi dans edemeyecek olsam da elbette ki her şey düzelecek ama her şey düzelene kadar benim burada olmam yanlış. Beni anlamanı beklerdim...” Başımı öne eğdim ve konuşmaya devam ettim.
“Eğer her şeyi düzeltebilirsem... O zaman belki yolum yine buraya, bu eve düşer. Önce iyileşmem lazım, her şeyden çok ruhen iyileşmem lazım.”
“Anlıyorum...” dedi Uraz hüzünle, “Sen nasıl mutlu olacaksan. İhtiyacın olduğu her an kapındayım. Ben, biz, hepimiz... Bunu biliyorsun, değil mi?” Başımı salladım.
“Biliyorum. Belki de en büyük şansım bu.”
Sessizce kahvaltımızı yaptık. Burada toparlamam gereken herhangi bir eşyam yoktu. Yerim, evim belli değildi. Babam gelene kadar ikimiz de sessizce oturduk ve hiç konuşmadık. Düşüncelerimizin dünyasında kaybolduk sanki.
“Onları uyandırma.” dedim Uraz’a, “Bu bir veda değil. Bu bir veda olsun istemiyorum. Onlara babamın beni bu halde bırakmak istemediğini ve beni erkenden alıp gittiğini söyle lütfen. Olur mu?”
Uraz başını salladı.
“Sen nasıl istersen, Kumru.” dedi. Gözleri yorgun bakıyordu.
“Teşekkür ederim, Uraz. Her şey için.”
Sonra ise o gün orada ona kurduğum son cümleleri sıraladım.
“Kendine iyi bak. Ne zaman istersen arayabilirsin. Söylediğim gibi, bu bir veda değil...” dedim ona gülümsemeye çalışarak, “Sadece... Benim yerim burası değil. En azından şimdilik.”
Öyleydi. Benim yerim burası değildi. Benim yerim şimdi gidiyor olduğum yer de değildi. Ben yerini bilmeyenlerdendim. Yerini bulamayanlardan... Belki de yeri olmayanlardandım. Oradan oraya gezinip duran, kendine hep bir yer arayanlardandım. Ben hiçbir zaman kabul görmeyen, hiçbir yere uymayandım. Yapbozun boş kısmına tam oturan ama yapbozdaki görsele asla yakışmayan o parçaydım ben.
Kendimi hiçbir zaman bulunduğum hiçbir yere tam olarak ait hissedememiştim. Aileme tamamen yabancıydım, bulunduğum her ortam için “oraya en ait olmayan kişi” her zaman ve her yerde bendim sanki. Kendimi en çok orada, yerin altında bir takımın bir parçası gibi hissetmiştim. Oysa o zamanlar yalnızca parlamak isteyen Kumru’ydum. Görülmek, tanınmak, bilinmek ve duyulmak isteyen Kumru’ydum. Şimdi ise tek istediğim iyileşmekti. Tek istediğim yeniden dans etmekti. En büyük dileğin içimdeki Kumru’nun kırılan kanatlarının şifasını bulmasıydı.
Babamla birlikte yaptığımız kısa yolculuğun sonunda babamın kucağında bahçe katı evimize girdim. Babamın boşanmalarının ardından taşındığı evi ilk kez görüyordum. Eski evimizin aksine bu eve dair hiçbir hatıram olmaması belki de beni burada en mutlu eden şeydi. Ev üç odalıydı, diğer evimize göre fazlasıyla yeni ve lüks kalıyordu. Uyuduğum bir yıl babama kariyer konusunda fazlası ile iyi gelmiş olsa gerekti.
“Odan burası.” dedi babam. Babamın beni götürdüğü duvarları yeşil boyalı küçük oda fazlasıyla güzel döşenmişti. Duvarda çocukluk resimlerim asılıydı, kitaplık ise sevdiğim kitaplar ile doluydu.
“Burayı ne zaman hazırladın?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Burası hep hazırdı,” dedi, “Buraya taşındığım ilk andan beri...”
Ben şaşkınlıkla odayı izlerken babam konuşmaya başladı.
“Kumru, içeride biraz konuşalım mı?” diye sordu. Başımı anlam vermeye çalışarak ona çevirdim. Sesi oldukça mahcup çıkıyordu.
“Tabi.” dedi, “Konu ne?”
Babam beni kucağında büyük salonun koltuğuna bıraktıktan sonra hemen yanımdaki berjere oturdu. Önce tereddütle bana baktı. Sonra başını kaldırıp salonun köşesindeki amerikan mutfağa baktı.
“Bir saniye.” dedi, “Geliyorum.”
Babam telaşla kalkarken ben merakla onu izliyordu. Koşar adım açık mutfağın tezgahının önünde durdu ve mutfak tezgahında duran kapaklı kaptan birkaç dilim kek alıp bir tabağa koydu. Ben babamı şaşkınlıkla izlerken bir sonraki adımı iki bardak süt doldurmak oldu. Bir tepsiyle birlikte bana yaklaştı ve tepsiyi koltuk ile berjer arasındaki tepsiye bıraktı.
“Keki ben yaptım.” diye açıkladı.
“Neden?” deyiverdim birden.
“Senin için.” dedi.
Bir süreliğine keke baktım. Sonra babama döndüm.
“Telafi mi?” diye sordum sessizce.
“Neyin telafisi?” dedi babam.
“Çocukluğumun.” diye mırıldandım. O an babamın gözlerinin dolduğunu gördüm.
“Sence birkaç dilim kek koskoca bir çocukluğun telafisi olabilir mi?” diye sordu bana, sesi hala üzgündü.
Hüzünle gülümsemeye çalıştım.
“Baba,” dedim, “Çocukluğumun telafisi için benimle ilgilenmene gerek yok.”
Babam başını öne eğdi ve anlatmaya başladı.
“Seninle gerekli olduğu için ilgilenmiyorum Kumru. Görevim olduğu için ilgilenmiyorum. Seninle konuşmak istediğim konu tam da buydu.”
“Dinliyorum...” dedim sessizce.
“Kumru,” diye söze başladı babam, “Kaybolduğun günler boyunca tek odağım sen oluverdin. Hayatımda ilk defa gece gündüz seni düşündüm, seni aradım. Hayatımda ilk defa oturup çocukluk fotoğraflarına baktım. Birlikte anılarımızı düşündüm. O günler tüm yaşamımın en büyük pişmanlığını yaşadığım günlerdi. Buna ne dersen de. İster şerefsizlik de ister haysiyetsizlik de ister karaktersizlik de ama ben bir kızım olduğunu o günlerde anladım. Senin benim canım olduğunu seni bulduğumuzda, hastanede beklerken fark ettim. Uyanmanı beklemek hayatımın en zor eylemiydi. Evet, hayatım boyunca seni bir sorumluluk olarak gördüm. Görev olarak gördüm. Annen ve ben bir çocuğumuz olduğuna pişmandık, bunu zaten biliyorsun...”
O sırada zar zor yutkundum. Tüm bu konuşmalar bana geçmişimi, nasıl da istenmediğimi hatırlatıyordu. Babamın pişmanlığı ve üzüntüsü ise sanırım gerçekten inanılasıydı.
“Senin uyanmanı ise her şeyden çok istedim, her şeyden çok bekledim. Ben hakkında bilmediğim her şeyi arkadaşlarından öğrendim.” dedi babam hüzünle gülümserken.
“Arkadaşlarımdan mı?” diye sordum merakla.
“Uraz’dan, Nisan’da, Eren’den, Bulut’tan...” dedi babam hüzünle, “Ömrün boyunca yanındaydım, oysa onların kısacık bir zamanda tanıdığı Kumru’yu ben asla tanımıyordum. Uraz’la aranızdaki şeyi biliyorum...” dedi babam.
“Aramızdaki neyi?” diye soruverdim bir anda, şok içinde.
“Yani bu... Duygusal durumu...” dedi zar zor. Bu da nereden çıkmıştı? Ona şaşırarak baktım.
“Uraz ve benim aramda hiçbir şey yok ki.”
“Öyle mi? Ah... O zaman... Yanlış anlamışım demek ki. Ben senin de ona karşı duyguların olduğunu sanıyordum.” dedi babam.
“Onun bana karşı duyguları mı var ki? Bu da nereden çıktı?” Hala şaşkınlık içindeydim.
“Uyanmanı bir yıl boyunca beraber bekledik Kumru. Benden çok o bekledi. Çocuk hastanede yaşıyor gibiydi... Öyle sandım. Belli ki yanlış anlamışım...” dedi babam tereddütle, “Her neyse, ben yalnızca baban olarak bu ilişkiyi desteklediğimi ve çok doğru bir seçim yaptığını ekleyecektim. Beni yalnızca baban olarak değil, arkadaşın olarak da gör. Sana çocukluğunu tekrar veremem, geçmişi geri getiremem, seni elinden tutup okula götüremem. Sana boyunun yetişmediği mutfak tezgahında güzel bir yemek hazırlayamam artık. Senin üç yaşında yanında olamam Kumru, beş yaşında yanında olamam, on yaşına dönüp saçlarını okşayamam ama şimdi, tam şu an buradayım, yanındayım kızım. Bir daha asla yalnız kalmayacaksın. Sana söz veriyorum. İlk hedefim de seni arkadaşlarından daha çok tanımak olacak.” dedi gözyaşları içinde gülümseyerek.
Onunla aynı haldeydim. Gözlerim dolu, dudak kenarlarım yukarıya dönüktü. Şimdi içimde bir şeyler gerçekten de iyileşiyordu işte. Şimdi eski Kumru gerçekten de geri dönüyordu işte, hem de eski yaralarının bile iyileşmek üzere olduğunu hissederek...
“Yarın fizik tedavilerin için bir merkeze gideceğiz, tedavilerine başlayacağız.” dedi babam, “Sonra seni o çok hayal ettiğin sahnede dans ederken izleyeceğiz.” Babamın gözlerindeki parıltı kalbime işlemişti.
Gariptir ama içimden bir ses bunu mümkün kılanın Uraz olduğunu söylüyordu. Uraz uyuduğum bir yıl boyunca babamın hastane arkadaşı olmuştu, ona beni anlamıştı, ona beni hatırlatmıştı. İçimdeki kırık noktaların her birini biliyordu ve onları iyileştirecek merhemi babamın ellerine o vermişti.
Bazı yaralar yalnızca sevgi ile iyileşirdi. Benimki de böyle bir yaraydı işte. Sevgisizliğin açtığı yarayı sevgi iyileştirecekti. Ben hayatı her zaman sevmiştim. Pes edene kadar... Pes ettiğim ve hayatı sevmekten vazgeçtiğim gün ise yanımda onlar vardı. Bizi bir araya getiren benzer yerlerden aldığımız darbelerdi.
Babam bana neredeyse iki saat boyunca hastanede yaşadıklarını anlatıp durdu. Eren’in hastaneye getirmek için yaptığı yemekleri, Bulut’un doktorların işlerini eleştirip durmalarını, Nisan’ın hastane kombinlerini, Uraz ve Araz Abi ile izledikleri maçları, Uraz’la sabahlarken yaptıkları sohbetleri... Ben ise onun yaptığı kekten yedim, bana getirdiği sütten içtim. O gün babamla tüm çocukluğum boyunca hayallerini kurduğum kadar sohbet ettim, vakit geçirdim. Babamın masa başında yaptığı iş görüşmelerini dinlerken uyukluyordum.
O gün hayatımın tamamı ile değiştiği gündü. Babam ile aramızdaki bağı en baştan inşa etmeye başlamıştım. Uyumak üzereyken ise Nisan’dan aldığım güzel mesaj içimdeki huzuru tamama erdirmişti.
“Kumru Kuş’um. Uraz bizi durumlardan haberdar etti. Baban onunla yaşamanı istemiş ama sen her zaman bil ki burası sonsuza kadar senin de evin olacak. Evini bulamamayı en iyi bilenlerdenim. Dört duvar arasında sevilmemeyi de en iyi bilenlerdenim. Ama emin ol, burası her zaman senin de evin olacak ve burada, bu dört duvarın arasında hep sevileceksin. :) Öpüyorum güzeller güzelim. Herkes sana bol bol sevgisini gönderiyor. Özellikle Uraz :) Biraz da morali bozuk, haberin olsun! Sanırım sen gittiğin için... Ne zaman istersen yaz ve ara! Görüşürüz! Seni seviyoruz!”
Heyecanla önce Nisan’a mesaj yazdım. İçimdeki umutsuzluk babamla yaptığım konuşmadan sonra o kadar azalmıştı ki içimde hissettiğim güç kalbimi bir anda kanatlanıp uçuracak gibiydi.
“Bir süreliğine de olsa babamın yanında kalmam en iyisi olacak ama kalbim hep sizinle. İstediğiniz her zaman gelebilirsiniz, babam hepinizi çok sevmiş :) Üstelik son bir yıl babamı çok değiştirmiş. Bambaşka birine dönmüş gibi... Sanırım bunda payınız büyük. Ben de sizi seviyorum... Her şey için teşekkür ederim.”
Sonra mesaj yazdığım sayfadan çıktım ve Uraz’a bir mesaj yazmaya karar verdim. Ne yazacağımı bilemez halim parmaklarıma yansıyordu. Birkaç harfe basıp siliyordum, sonra birkaç kelime yazıyor ve yine siliyordum. En sonunda kendimle verdiğim mücadelenin sonuna geldim ve o mesajı yazdım.
“Uraz, merhaba...” yazdım ve gönderdim. Uraz çevrimiçi olduğu an diğer mesajı yazdım.
“Sana ne kadar teşekkür etsem de eksik kalacak biliyorum.” Bu cümleyi de yazıp gönderdikten sonra bir mesaj daha yazmaya başladım.
“Uyuyakalmak üzereyim ve uyumadan önce yapmak istediğim son kez sana bir kere daha teşekkür etmek.”
Son mesajımı yazıp göndereceğim sırada telefonum çalmaya başladı. Uraz son mesajımı beklememiş ve beni aramıştı. Tereddütle babama baktım. Pencere önüne geçmiş hararetli bir telefon görüşmesi yapıyordu. Telefonu açtım ve kulağıma götürdüm.
“Şimdi söyle.” dedi, “Sesinle.”
Sessizce gülümsedim.
“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım, “Her şey için. Ve bu son teşekkürüm olmayacak.”
Uraz’ın derin nefesini duydum.
“Mutlusun, değil mi?” diye sordu, “Yerini buldun.”
“Mutlu muyum bilmiyorum ama kendimi iyi hissediyorum.” diye mırıldandım, “Her şey çok değişmiş...”
“Baban hatalarının farkında, Kumru.” dedi Uraz, “Onunla çok sohbet ettik.”
“Biliyorum. Tüm bu değişiminin en büyük sebeplerinden biri de sensin, biliyorum.”
“Tek sebep sensin Kumru. Ben babana yalnızca seni anlattım. Değişmeyi o seçti. Hadi, uyu da dinlen şimdi. Unutma, içinde iyileşmeyi bekleyen bir yaralı bir kumru var.”
“Aklımda.” dedim sessizce gülümseyerek.
“Görüşürüz 889.”
Bu sayıyı onun sesinden her duyduğumda içimde bir titreşim hissediyordum. 889 benim devrimimdi.
“Görüşürüz 533.” diye mırıldandım ve telefonu kapatıp koltuğun kenarına bıraktım.
Başımı koltuğun minderlerinden birine yasladım ve gözlerimi kapattım. Kendimi yine oraya, kafamın içindeki hayali sahneye bıraktım. Burası benim kurtuluş noktamdı, kaçış yerimdi.
Senin kaçış yerin neresi peki? Sakın unutma, hayallerin yoksa sen de yoksun bu dünyada. Gözlerini kapatıp hayal kurmak istediğinde zihninin içinde beliren tek bir hayal bile yoksa yanlış yerindesin hayatın. Hadi, zorla kendini, bul hayalini... İçindeki kumru ne diyor sana? Nereye gitmek istiyor içindeki küçük çocuk? Ne yapmak istiyor?
Başkaları için yaşamak yormadı mı seni? O nasıl mutlu olur, bu nasıl sevinir, onun istediği şey nedir? Bunlardan yorulmadın mı? Kendine bir kez olsun “Ben ne istiyorum?” diye sormadın mı? Bu gece senin gecen olsun. Bu gece sahnede sen ol. Bu gece hayallerinin gecesi olsun.
Bu gecenin adı “Hayal Gecesi” olsun, bu gece kafanın içi yalnızca senin hayallerinle dolsun. Kendini olmak istediğin her yerde hayal etmek, kendini olmak istediğin her şekilde hayal et. Bu gece de kendine sor ne istediğini, “Ben ne istiyorum?” de kendine, “Ben nasıl mutlu olurum?” de. Kendini sahnenin arkasında tutmayı bırak artık. Hayat senin sahnen. Hayal ettiğin her şey o sahnede canlanacak, inan buna.
Ben Kumru, ya da 889. Sana hayallerimin enkazı altından seslendiğim günden beri beni duyuyorsun, biliyorum. Artık kendini duyma vaktin gelmedi mi?
Bence geldi...
-
(DEVAMI İKİNCİ KİTAPTA...)