21.Bölüm : Sirenler ve Müzikler.
.png)
21.Bölüm : Sirenler ve Müzikler.
(Fleuire – Sirens)
(Kumru’nun Anlatımıyla)
Kafamın içinde hep bir müzik, kafamın içinde hep bir beste... Kafamın içi hep dalgalı, hep yosunlu ve ben hep boğuluyorum o yosunların içinde. Kanadını incitmiş bir kumru gibi oradan oraya yalpalıyor ve derin sulara düşüyorum sanki. Bilincim boğuluyor ve ruhum uyanıyor. Dünyaya gözlerimi kapattığım an içimde bir dünya yeşeriyor. Dışarısı kararıyor ve içerisi aydınlanıyor. Dışımdaki rüya sona eriyor ve içimdeki başlıyor. Yosunların arasından sıyrılıp çıkmaya çalışan yaralı bir kumru gibiyim. Zorluyorum her yanımı, bağlarımdan kurtulmaya çalışıyorum. Bir avuç deniz yosununun içinde sıkışıp kalıyor bilincim, kendimi oradan çıkarıyorum ama yosunlardan kurtulamıyorum. Yosunlar hep benimle, onlar hep kafamın içinde. Ben öyle derin bir uykuya dalıyorum ki çocukluğumun yorgunluğundan kurtulmak istiyorum sanki. Bu öyle derin bir uyku ki sanki tüm hayatımın yorgunluğundan kurtulmak istiyorum. Öyle derin ve öyle derin ki doğduğum günden beri yorulduğum her saniye için dinlenmek istiyorum, belki de hayatımda ilk defa kendimle bu kadar uzun baş başa kalıyorum.
Kafamın içindeki müzik sesi siren sesleri ile karışıyor. Bağırışlar ve sirenler arasında içinde bulunduğum o sıkışıklık hissi hiç geçmiyor. Kaybettiğim bilincim ruhumu gerçekten de yaralı bir kumru olduğuma inandırmaya yetiyor. Ne etrafımdaki yosunlar beni bırakıyor ne de ben yaralı yanımı bırakıyorum. Hani hayatımız boyunca hep bir yerlerden sıyrılmaya, çıkmaya çalışırız ya... Oradan çıkarız ama kalıntılarından kurtulamayız hani. Ruhum o yosunlardan asla kurtulamıyor. Çünkü evi gökler olanın sularda işi yoktur. Benim yerim herkesin ardıydı, benim yerim geri plandaydı, gölgedeydi. Çıkıp parlamak istediğim her an ışıklar beni yaktı. Hayatıma uzattığım her zeytin dalı bana kırılarak döndü. Sevilmeyen bir çocuktum, görülmeyen bir çocuktum. Anneniz ve babanız bile sizi görmek istemediğinde en büyük tutkunuz herkes tarafından görülmek olur. Bu bir çocuğun içine düşebileceği en tehlikeli tutkudur. Görülme isteği beni mantıksızlığın zirvesine itti. Öne çıkma isteği beni kırdı, yordu, mahvetti. Sonra günün birinde çok uzun bir uykuya daldım. Çok kasvetli, çok derin, çok ağır bir uyku...
Ben Kumru Sonat.
Uyuduğumda on dokuz yaşındaydım.
Uyandığımda yirmi.
---
Gözlerim ağır ağır açıldı. Gördüğüm güneş ışıkları sanki bir anda içime sızdı. İçim sanki yıllardır güneş görmeyen bir buz yığını gibi bir anda ısındı. Aldığım titrek nefesle birlikte hareket ettirmeye çalıştığım kolumda duyduğum hissizlik bana anlamsız gelince başımı kaldırmaya çalıştım. Başımın döndüğünü anladığım saniye korkuyla gözlerimi daha da açtım. Odağımı güneş ışıklarından aldım ve etrafıma bakındım. Bembeyaz duvarların arasında bembeyaz bir yataktaydım, üzerimdeki mavi elbise bir hastane elbisesi olmalıydı. Koluma takılı serum vücuduma hiç de yabancı gelmiyordu, sanki hep oradaydı.
Ne olmuştu? Neler olmuştu? Bir rüyada mıydım?
Kafamı toparlamaya çalıştığım sırada tek hissettiğim şiddetli bir baş ağrısıydı. Kafamın içinden hızla geçen korkunç görüntüler birbirine karışıyordu. Yıkılan duvarlar, karanlık, çamur, sıkışıklık hissi, bağırışlar ve sirenler, müzik sesi ve mırıldanmalar...
“Kimse yok mu?” diye seslendim korkuyla, “Burası neresi? Bana ne oldu?”
Sesim öyle garip çıkıyordu ki kendi sesimi ilk defa böylesine kısık duyuyordum. Sanki konuşmayı unutmuş gibiydim. Ellerimi kaldırıp kendimi incelemeye çalıştım ama hareket etmekte zorlanıyordum. Ellerim delik deşikti ve dikkatimi çeken ilk şey buydu. Sanki her yanımdan damar yolu açılmaya çalışılmış gibiydi. Ben korkuyla ellerime bakarken odanın kapısı açıldı ve içeri heyecanlı olduğunu düşündüğüm bir kadın girdi. Siyah dalgalı saçları omuzlarına düşen kadın mavi gözleriyle bana baktı. Sanki bana bakarken çok sevdiği birine bakıyor gibiydi.
“Günaydın.” dedi heyecanla, “Uzun bir uyku oldu.”
“Siz kimsiniz?” diye sordum korkarak, “Ben neredeyim? Ne oldu? Onlar nerede? Onlar...” dedim karmakarışık kafamdan birkaç isim çıkarmaya çalışarak, “Uraz... Nisan, Eren, Bulut...”
Bu isimleri onlardan başkalarına söylemek öyle garip hissettirmişti ki neyin içinde olduğumu anlayamıyordum bile. Gözlerim böylesine bir aydınlığa alışık değildi, ruhum da.
“Ben Beste. Doktor Beste Karman...” dedi kadın gülümseyerek yanıma gelirken, “Arkadaşların iyi, merak etme. Seni odana çıkardığımızda onları görebileceksin. Anneni ve babanı da.”
“Annem ve babamı mı?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Evet, elbette.”
“Ben...” dedim gözlerimi kırparak, “Anlamıyorum. Bana ne oldu? Hiçbir şey hatırlamıyorum. Bu bir rüya mı? Tek hatırladığım duvarların arasında sıkıştığım. Gerisi yok. Ne oldu? Buraya nasıl geldim?” dedim can sıkıcı bir kafa karışıklığı içinde.
Baş ağrım giderek artıyordu, elimi zar zor kaldırıp alnıma götürüyordum ki dikkatim büyük bir farklılığa yöneldi.
“Saçlarım!” dedim anlık bir şokla, “Saçlarım neden bu kadar uzun?”
Ellerim ile şok içinde saçlarıma dokundum. Saçlarım hatırladığım hallerine göre neredeyse on beş santim daha uzundu. Bu nasıl olmuştu?
“Kumru...” dedi karşımdaki kadın, “Kafan çok karışık. Önce ellerini indir bakalım.”
Kadın ellerimi tutup sağ ve sol yanıma indirdi. Yatağımın yanındaki koltuğa oturdu ve gözlerime baktı. Mavi gözleri koyu kahverengi gözlerimi incelerken konuya nereden gireceğini bilemiyor gibiydi. Hayatım boyunca kafamı hiç bu kadar toparlayamadığım bir anım olmamıştı. Başımın içindeki o güçlü “zonklama” hissini duyabiliyordum.
“Sizi arkadaşın Uraz’ın abisi Araz buldu Kumru.”
“Ne?” dedim şok içinde, “Araz mı? O yaşıyor mu?”
Doktor Beste gülümseyerek başını salladı.
“Araz yaşıyor...” dedi ve ben yaşadığım şoku atlatamadan anlatmaya devam etti, “Bulduğunda o enkazın altında kalan tek kişi sen değildin, platform bir felakete dönüşmüştü. Diğer arkadaşların da seninle aynı durumdaydı.”
“Aynı durumdalar mıydı?” dedim acı içinde, baş ağrısından gözlerimi bile açık tutamıyordum ama bu konuşmanın devamını duymak istiyordum, “Ama onlar... Onlar iyiydi.” dedim çaresizce.
“Hastaneye geldiğinizde hiçbiriniz iyi değildiniz. Araz benim eski hastam, kardeşinin kayıp olduğunu biliyordum ve durumunuzdan haberdar olduğumda ben de sizlerin olduğu hastaneye koştum. İlk müdahaleler yapıldıktan sonra ailelerinizin isteği ile benim çalıştığım hastaneye, buraya sevk edildiniz. Kafanı çok fazla detayla karıştırmak istemiyorum Kumru. Diğerleri senden çok daha önce taburcu oldular. Fakat her gün buradalardı, senin yanında. Sanki hiç taburcu olmamışlar gibi...” dedi gülümseyerek.
“Hepsi iyi mi?” diye sordum dolu gözlerle, “Hepsi tamamen her şeyleriyle iyiler mi?”
Doktor gülümsedi.
“Hepsi tamamen her şeyleriyle iyiler.” dedi cümlemi tekrar ederek, “Sen de iyi olacaksın. Sadece biraz fazla uyudun ve vücudunun eskisi gibi hareket edebilmesi için zamana ve bazı tedavilere ihtiyacı var.”
Duyduğum cümleler bende hiçbir anlam ifade etmiyordu. Biraz fazla uyumaktan kasıt ne olabilirdi? En fazla kaç gündür uyuyor olabilirdim ki? Bir haftadır mı? Yok artık.
“Ben...” dedim kafa karışıklığı içinde, “Ne kadar zamandır uyuyorum?”
Doktor oldukça olağan bir cevap veriyormuş gibi bir anda konuşuverdi.
“Bir yıldır.”
Duyduğum iki kelime öyle basit söylenmişti, öyle olağanmış gibi konuşulmuştu ki yaşadığım şok bile tereddüt vericiydi. Bu bir şaka mıydı? Benimle dalga mı geçiliyordu?
“Ne bu? Şaka mı?” diye sordum korku içinde, “Bana neden böyle bir şaka yapıyorsunuz?” diye sordum anlam vermeye çalışarak, “Kim yaptırıyor bu şakayı?”
Doktor elini uzatıp elimi tuttu.
“Biliyorum, şoktasın Kumru. Atlatman kolay olmayacak fakat şunu bil ki asıl mucize bir yıldır uyuyor olman değil, bir yılın sonunda kendine gelmen. Sana durumu şöyle açıklayacağım. Geldiğinde ciddi anlamda travmatik beyin yaralanmaların vardı. Üstüne üstlük sıkıştığın yerde ciddi bir oksijen eksikliği yaşamıştın. Buraya transfer edilme sebebin oradaki uzmanların kendine geleceğine dair yeterince inançlı olmamalarıydı. Seni çok sevdiğim, çok güvendiğim ve hayran olduğum bir hocama gösterdim. Bir şans olabileceğini o söyledi. Sen uyurken geçen süreç herkes için zordu. Annen ve baban mahvolmuş bir haldeydi. Sonra tek tek arkadaşların uyandı. Önce Eren, sonra Nisan, sonra Bulut ve en son Uraz. Onların kendilerine gelmeleri ve yoğun bakımdan çıkmaları art arda oldu, bir hafta içinde kendilerine geldiler. Buradaki tedavileri de yaklaşık iki hafta sürdü ve taburcu oldular. Sana dair umutları hiç kaybolmadı, ne onların ne ailenin ne de benim. Aylar geçtikçe şans azalıyordu. Uzun süren komalar yüksek oranda kalıcı vejetatif duruma geçmekle sonlanır. Yani halk dilinde, bitkisel hayat...”
“Bitkisel hayat mı?” dediğim sırada kalbim öyle hızlı atıyordu ki her duyduğum cümle beni daha fazla dehşete düşürüyordu. Tüm bunlar gerçek olabilir miydi? Ben bir yıldır komada olabilir miydim?
“Evet. Olması en yüksek ihtimal buydu. Senin kendine gelmen ise ufacık bir ihtimaldi, mucizeydi. Ve ben şu an o mucizeye bakıyorum...”
“Anlamıyorum.” diyebildim sadece, “Anlayamıyorum. Bu nasıl olabilir? Başım... Çok başım ağrıyor...” Elimi dayanılmaz ağrıyla başıma götürdüm.
“Esra!” diyerek içeri seslendi doktor, “Hazırlattığım serumu getirir misin? Hemen lütfen.”
“Tamam hocam!”
Doktor içeri seslendikten hemen sonra bana döndü.
“Merak etme, endişelenme. Bu baş ağrısı çok normal. Önümüzdeki süreçte baş ağrıların olacak. Şimdi lütfen gözlerini kapat Kumru, lütfen biraz dinlen.” Doktor beni ağrıyla doğrulmaya çalıştığım yatağıma geri yatırırken içeri giren hemşire açık damar yoluma yeni bir serum takıyordu.
“Bana ne veriyorsunuz?” dedim baş ağrısı içinde.
“Sadece ağrı kesici, vitamin ve sakinleştirici. Seni biraz daha uyutmamız lazım.”
“Biraz daha mı?” dedim öfkeyle, “Birkaç ay daha mı!”
Konuştukça başımın içindeki “zonklama” hissiyatını hissediyordum. Ağrıdan kusmak üzereydim.
“Merak etme. Sadece iki saat kadar. Sonra kendi kendine uyanacaksın. Zor bir komadan çıktın Kumru, bu durumu dinlene dinlene aşacağız. Bir anda değil. Tamam mı? Şimdi uyu bakalım.”
Gözlerim ağır ağır kapanırken göz kapaklarımı zorla açmaya çalışıyordum. Elimi kaldırmaya çalıştığımı hatırlıyorum.
“Onunla konuşabilir miyim?” diye sordum uykulu halimin arasında.
“Kiminle?” dedi doktor.
“Uraz...” diye mırıldandım ve gözlerim kapandı.
Gerisi aynı sessizlik, aynı zifiri karanlık.
Hem şoktaydım hem dehşet içinde hem de güvende hissediyordum. Sanki içimdeki boşluklar bugün her zamankinden daha doluydu. Bir şeyler yerine oturmuş gibiydi ama ne olduğunu bilmiyordum.
Birileri vardı... Beni bekleyen, merak eden birileri vardı...
Hayatımda ilk defa önemsediğim herkes benim için bir aradaydı. İlk defa yalnız değildim, ilk defa kalabalıktım.
Kendimle en son konuşmamdan bir yıl sonra...
(Saatler Sonra)
Gözlerim akşamın mavimsi karanlığına açıldı. Görüş alanıma giren loş hastane odası ışığı başımı döndürürken gözlerim tanıdık bir görüntüyle karşılaştı. Kırpıştırdığım gözlerim bana bakan bir çift gözü izlerken kalp atışımın hızlandığını yanı başımda duran ekrandan duyabiliyordum.
“Günaydın 889...” dedi Uraz’ın heyecanlı, titrek sesi, “Artık uyanma vakti.”
Şaşkın bakışlarım Uraz’ın üzerinde dolaştı. Hafızamda yer alan son görüntüsü karanlıklar içindeydi, kafamın içinde ona dair temiz ve net bir görüntü yoktu. Hep yara bere içinde, hep karanlıkta ve hep çamura bulanmıştı, her daim...
Şimdi ise tertemizdi, görünürde tek bir yarası yoktu, gördüğüm en aydınlık ve en net şey onun varlığıydı. Üzerinde siyah boğazlı bir kazak, altında koyu renk kot bir pantolon vardı. Saçlarını sıfıra vurdurmuş, koluna siyah bir saat takmıştı. Gözlerim her yanında dolaşırken beni gizli bir gülümsemeyle izliyordu.
“Bunlar gerçek mi?” diye sordum halsizce.
“Konuşuyorsun...” diye araya girdi Uraz, konuşmam onun için bir mucize gibiydi. Ben ise aynı şeyleri sormaya devam ediyordum.
“Tüm anlatılanlar gerçek mi?” Ben gerçekten de bir yıldır uyumuyordum. Değil mi?” diye sordum.
Kafam öyle karışıktı ki bunu atlatmam uzun zaman alacaktı. Her uyuyup uyandığımda aynı şeyleri en baştan yaşayacaktım ve kafam her seferinde en baştan karışacaktı. Her şey bana tekrar tekrar ve tekrar anlatılana kadar ben hiçbir şeyi anlamayacaktım.
“Hepsi doğru.” dedi Uraz, “Şu an burada olman, beni görüyor ve duyuyor olman, bana cevap veriyor olman birer mucize. Senin hayatta oluşun bir mucize.” dediğinde gözleri dolu dolu bakıyordu.
Duyduklarıma hala inanamıyordum. Bunlar ya bir rüyaydı ya da büyük bir şaka. Oysa gözlerim hala Uraz’ın üzerinde geziniyordu ve öyle çok değişmişti ki bu bir şaka olamazdı. Kilo almıştı, daha çok kaslanmıştı, güçlenmişti. Değişmişti.
“Çok değişmişsin.” dedim gözlerim üzerinde gezinmeye devam ederken.
Şaşkın bakışlarım hala bir ipucu arıyor gibiydi, bunlar gerçekten de gerçek miydi?
“Beş kilo kadar.” dedi Uraz, “Hastane kafesinde sağlıklı beslenmek mümkün değildi.”
Gülümsüyordu, gözlerindeki parlak bakışlar hep yüzümü izliyordu. Heyecanı her halinden belliydi oysa ben bu heyecana karşılık veremeyecek kadar şaşkındım. Dağınıktım, karmakarışıktım.
“Sen... bir yıl boyunca hep burada mıydın?” diye sordum tereddütle.
“Her gün.” dedi, “Abimi beklediğim gibi bekledim seni.”
“Abin...” dedim bir anda anlık bir heyecanla doktor ile yaptığım konuşmayı hatırlayarak, “Abin yaşıyormuş!”
Sanki bu haberi ilk kez benden duyacakmış gibi bir heyecanla yükselmiştim. Uraz gözlerinin içi gülerken başını salladı.
“Abim yaşıyor.” dedi, “Bizi o buldu. Eğer o olmasaydı şimdi hiçbirimiz hayatta değildik.”
Kısa bir sessizlik oldu, ben pek de hayatta sayılmazdım. Kıpırdanmakta çok zorlanıyordum, beynim bir daha hiç düzelemeyecekmişçesine yavaş çalışıyordu, kafamın içi darmadağınıktı ve o an bir daha asla toparlanabileceğimi hissedemiyordum.
“Peki herkes iyi mi?” diye sordum hüzünle, “Eren, Nisan, Bulut. Ve sen... Tamamen iyi misiniz?”
Uraz’ın beni gördüğü ilk andaki heyecanı yavaş yavaş azalıyor gibiydi, hatta aksine heyecanının yerini hayal kırıklığı almış gibiydi. Sanki beni böyle beklemiyordu. Sanki ona mesafeli durduğumu düşünüyordu ve bu onu hayal kırıklığına uğratmış gibiydi.
“Biz iyiyiz Kumru. Hepimiz, tamamen. Herkes dışarıda seni bekliyor. Odana alınana kadar sadece benimle görüşmene izin verdiler. Aslında teknik olarak onlar izin vermediler. Bunun için Beste’ye yalvarmam gerekti.”
“Beste?” diye sordum kaşlarımı çatarak.
“Doktor Beste.” diye ekledi, “Doktorun. Aynı zamanda abimin de doktoruydu.”
“Doğru ya, ismini unutmuşum.” diye mırıldandım ve zorla kaldırdığım elimi alnıma götürdüm. Başım bir kez daha ağrımaya başlamıştı. Sanırım bunca zaman sonra bu kadar konuşma ve bu kadar bilgi bana fazla gelmişti.
“Başın mı ağrıyor?” diye sordu Uraz, “Hemşireyi çağırayım.”
“Evet ama çağırma, lütfen. Tekrar ilaç istemiyorum, en azından bir süreliğine.” Uraz bir süre bana bakıp tereddüt ettikten sonra pes etti.
“Anlatır mısın?” diye sordum gözlerim kapalı bir halde, elimle ağır ağır alnımı ovaladığım sırada.
“Ne istersen.” dedi Uraz.
“Neler oldu? Herkes ne halde? Kim nerede yaşıyor, nasıllar?”
Ben odanın loş aydınlığında ardımızda kalan kısık ambulans sesleri eşliğinde gözlerim kapalı alnımı ovarken Uraz anlatmaya başladı.
“Ben abimin yanındayım, hep olduğum gibi. Eren yine restaurantının başında, ailesi bir süre yalnız kalmasını istemedikleri için Eren ile yaşayıp döndüler. Nisan bir süre ailesinin yanında yaşadı, bu süreci atlatmaya çalıştı ama onların yanında bu süreci atlatmak yerine daha kötü oldu. Yaşadıklarını sana ayrıntılı bir şekilde anlatır ama bir karar verip ayaklarının üzerinde durmak için bir adım attı. Eren’in restaurantına gidip iş başvurusu yapmış.” dedi gülümseyerek.
“İş başvurusu mu?” diye sordum gözlerimi aralayarak. Uraz başını salladı.
“Evet. Bunu sana ayrıntılarıyla anlatıp seni güldürmek için sabırsızlanıyorlardı. Bu arada zaten tahmin ediyorsundur ki bir ilişkileri var. Bir yıldır beraberler, beraber çalışıyorlar. Nisan ailesinden ayrıldıktan sonra önce bir süre kuzeninde kaldı, sonra kendine bir ev tuttu.”
“Neden Eren ile yaşamıyor?” diye sordum merakla.
“Bu şekilde daha sağlıklı bir ilişkileri olacağını düşünmüşler. Bulut ise hala okuluna dönmedi, aslında kendini hala tam olarak toparlayamadı. Bir gün uzun uzun anlatır. Olayı haberlerden duyan eski kız arkadaşı defalarca kendini affettirmeye çalıştı.”
“Bir saniye bir saniye...” dedim şaşkınlıkla, “Haberler mi? Biz haberlere mi çıktık?”
Uraz başını salladı.
“Biz oradan kurtartıldığımızda dünyanın gündemine oturduk Kumru. Yarışma tüm dünyada devam ederken biz o yarışmanın yapılacağı platformun enkazından çıkarıldık, tüm dünya günlerce bunu konuştu. Sana tek tek her şeyi göstereceğim. Her haberi, her videoyu, her manşeti...”
“Peki ya Taylan?” diye sordum, “O nerede? Ona ne oldu?”
“Tutuksuz yargılanıyor. Davanın sonuçlanması senin uyanmana bağlıydı. Bir tek sen dinlenmedin, bir tek sen konuşmadın. Şimdilik bunları yalnızca üstünkörü bil. Daha sonra sana her şeyi yavaş yavaş anlatacağım. Daha çok vaktimiz var... Şimdi tüm bu detaylarla seni yormayalım.”
Kafa karışıklığım giderek artıyordu. Ben uyurken yaşanan şeylerin tamamını öğrenmem bile aylar alacak gibiydi. Haberler, manşetler, dava süreci, kurulan düzenler, değişimler... Sanki hayat çarpı on hızla ilerlemişti ve herkes hızla değişirken yalnızca ben o hızın ortasında öylece durmuştum.
“Peki onlar?” diye sordum tereddütle, “Annem ve babam.”
Uraz bir süre sessizce beni izledi. Ailem hakkında konuşmakta tereddüt ediyor gibiydi.
“Boşandılar.” dedi, “Boşanacaklarını biliyordun. Tek değişen bunun resmiyete dökülmüş olması... Belki inanamayacaksın ama bir yıl boyunca her gün buradalardı. Sen yokken seni çok aramışlar.”
Bir süre odanın ve içimdeki sessizliğin ortasında durup öylece bana anlatılan her şeyi tek tek düşündüm. Ailemin beni umursamaya başlamış olması umrumda değildi. Beni sürükledikleri her şey her zaman aklımda olacaktı. Her şeyden habersiz uyurken bir kaosun ortasında yaşamıştım. Her şey yanı başımda olurken ben hepsinden habersizdim. Hakkım aranmış, yaşadıklarım anlatılmıştı. İnsanların kafasında yer etmiştim. Kapımda aylarca beklenilmişti ve ben tüm bunların ortasında sadece uyuyordum.
Bir yıl boyunca.
“Uraz...”
“Efendim Kumru?”
“Büyük bir hasar aldım mı?” diye sordum gözlerim kapalı halsiz bir sesle.
Kısa bir sessizlik oldu. İçimden bir ses toparlamamın çok zor olacağını anlatıp duruyordu.
“Kalıcı bir hasar almadın.” dedi, “Seni birlikte toparlayacağız. Birlikte atlatacağız.”
O an bükmeye ve kendime doğru çekmeye çalıştığım dizlerim bana acı veriyordu, onları hissediyor olmam güzel bir haberdi ama yaşadığım acı onları hareket ettirmemi engelliyordu. Yaşadığım kafa karışıklığı ve hassasiyetle birlikte kapalı gözlerimden birer damla yaş süzüldü. Uraz’ın elini yüzüme hissettim, gözyaşlarımı siliyordu.
“Neden ağlıyorsun?” diye sordu acı içinde.
“Hiçbir şey düzelmeyecek.” deyiverdim bir anda, “Ben bir daha asla eskisi gibi hayat dolu olmayacağım. Bir daha asla dans edemeyeceğim...”
Uraz yanıma yaklaşıp yatağın kenarına, bacaklarımın yanına oturdu. Ellerini iki bacağımın sağ ve sol yanlarına koydu ve bana doğru eğildi.
“İnan bana Kumru... Bir gün birlikte dans edeceğiz.”
Gözyaşlarım yanaklarımı aşıp geçerken yorgun gözlerim Uraz’ın gözlerini izliyordu.
İçimdeki kumrunun kanatları kırılmıştı ve artık nasıl uçacağımı bilmiyordum.
Ömrüm boyunca kendimi hep düşmeden ayakta tutmaya çalışmıştım. Hayat beni ne kadar iterse itsin ben ısrarlı bir güçle hep ayakla kalmıştım. Oysa şimdi ruhum hala o enkazın altında, o enkazın en derinindeyim, en dibindeyim. Kimsenin daha önce düşmediği kadar dipteyim ve buradan nasıl çıkacağımı bilmiyorum.
Yaşadığım travma beni bambaşka birine dönüştürüyor gibiydi. Uraz’a karşı hissettiğim mesafeli his ruhuma örülen kalın duvarın habercisiydi. Sevgiyi reddeden, aşkı iten, özlemden kaçan birine dönüşüyordum. Kendi kendime bırakılsam kendi hüznümün içinde pes eder ve yok olurdum, bunu çok iyi biliyordum.
Oysa karşımdaki gözler bana beni bırakmayacaklarını söylüyor gibiydi. Hayatımın en zor zamanlarını orada, yerin altında yaşadığımı sanıyordum. Oysa hayatımın asıl en zor dönemi şimdi başlıyordu. Yerin üzerinde ve ruhumun enkazı altında.
En sonunda ya her zamankinden daha yükseklere uçan bir kumru olacaktım, ya da en dip ile asıl o zaman tanışacaktım...