20.Bölüm : Kapının Ardındakiler.

Beyza Alkoç
0

20.Bölüm : Kapının Ardındakiler.

(Yazarın Anlatımıyla)

Araz Kayalar tek başına yürüdüğü yolların sonunda kendini bir kez daha o lanet kültür merkezinin önünde bulduğunda camdan kapıları inceleyen bir adam gördü. Araz’ın elli beş altmış yaşları arasında olduğunu tahmin ettiği bu adam gözlüğünün altından dikkatlice cam kapıları inceliyordu, bir yandan da elindeki telefonuna notlar alıyor gibiydi. Kimdi bu adam? Yoksa bu adam da buraya bir yakınını aramaya gelmişti?

Araz önce saatine baktı. Saat 23.36’ydı. Çok bir vakti kalmamıştı ama bu adamla iki kelime etmeden de gitmek istemiyordu. O akşam dışarıda durgun ama serin bir hava vardı, Araz’ın elleri her zamanki gibi ceketinin ceplerindeydi. Adamın yanına yaklaştı ve birkaç adım arkasında durdu.

“İyi akşamlar,” dedi Araz önünde duran adam irkilirken, “Merkez kapalı ama birini mi arıyordunuz?”

Adam Araz’ın sesiyle irkildikten hemen sonra arkasını dönüp gözlüklerinin üzerinden Araz’ı inceledi.

“Etkinliklere bakıyordum.” diye mırıldandı, “Burası bayadır kapalı galiba. Öyle mi?”

Araz o an bu adamın da kendisi gibi bir yakınını, belki kardeşini, belki çocuğunu aramak için burada olduğunu anladı. Adam gergindi, üzgündü ve çaresizlikten yorgun düştüğü fazlasıyla belliydi. Belli ki karşısına çıkan bir yabancıya yaşadıklarını bir çırpıda anlatacak kadar güvenecek biri değildi.

“Bayadır kapalı. En son bir yarışmanın seçmeleri yapılmış galiba...” dedi Araz. O an adamın bakışlarının parladığını gördü.

“Evet,” dedi adam, “Ben de öyle duydum. Peki siz kimsiniz? Bir bilginiz var mı? Yani yarışma hakkında... Bir bilginiz var mı?”

Adam öyle telaş yapmıştı, öyle umut dolmuştu ki Araz içinin acıdığını hissetti.

“Bilgi arıyorum.” dedi Araz bir yandan saatine bakıp bir yandan sigarasını yakarken. Saat 23.44’tü.

“Neden?” deyiverdi adam umutla, “Yoksa sizin de mi...” Ama devam edemedi.

“Benim de...” diye yanıtladı Araz sigarasını içerken, “Erkek kardeşimi arıyorum.”

Adamın yüzüne gelen rahatlama hissi çok barizdi. Bir anlığına elini kalbine götürdü.

“Çok şükür. Seni karşıma Allah çıkardı,” dedi, “Ben oğlumu arıyorum. Biriyle bu konuyu konuşmasam delirecektim. Ne zamandır arıyorsun? Hiçbir şey bulamadın mı? Artık aklımızı kaçıracağız.”

Araz sigarasını yarıda bırakıp bir kez daha saate baktı ve yere attığı sigarasını ayağıyla söndürdü. Saat 23.49 olmuştu. Artık buradan gitmesi gerekiyordu.

“Bana telefon numaranızı verirseniz net bir şey bulursam size haber veririm, buradan geçerken sizi gördüm, belki yardımcı olabilirim diye uğramak istedim. Hastaneye gitmem gerekiyor da.” dedi Araz aceleyle.

Adam titreyen elleriyle kahverengi montunun iç cebinden bir kağıt bir de kalem çıkardı. Kağıdı sol elinin üzerine koyup aceleyle bir şeyler yazdı ve Araz’a uzattı.

“Bu benim numaram. Lütfen hastanede işin biter bitmez beni ara. Biriyle konuşmazsam delireceğim. Lütfen.” dedi adam kağıdı Araz’a uzatıp bir eliyle de Araz’ın kolunu tutarak.

Araz kağıdı aldı ve başını salladı.

“Sizi bir – iki saat içinde arayacağım. Merak etmeyin. Şimdi gitmem lazım, gece telefonda görüşürüz.”

Araz adamın koluna dokunup mahçup bir telaşla uzaklaşırken önce bir kez daha saate baktı. Saat 23.54’tü. Aceleyle yürürken adamın kendisine verdiği kağıda cebine koymadan önce bir saniyeliğine baktı.

“Baran Aymaz.”

Adam oğlunu arıyordu. Kumru’nun babası Murat Sonat ile birlikte üç kişi olmuşlardı. Daha kim bilir kaç kişi yakınlarını arıyordu. Kim bilir kaç kişi kayıptı. Adamın üzgün ve yorgun hali Araz’ı o kadar üzmüştü ki attığı her adım öfke doluydu.

Merkezin arkasından dolanıp karşı yola geçtiğinde kafasının içinde akrep ve yelkovanın birbirini takip eden o sesini duyuyor gibiydi. Kültür merkezinin tam karşısında kalan sokağa girdi ve bir kez daha saatine baktı.

Saat 23.58’di.

Sokakta biraz ilerledi ve sokağın tam ortasında durup etrafına baktı. Görüşeceği kişinin ismini hatırlamaya çalıştı.

“Seden Alaycı...” diye mırıldandı kendi kendine.

Belli ki kadın tam gece yarısında gelecekti. Ortada hiç kimse yoktu. Çoğu evin ışıkları sönmüştü, sokak karanlıktı. Caddedeki trafik ışıklarının yansıması sokağı biraz olsun aydınlatıyordu. Araz etrafını incelemeye devam ederken eğilip bir kez daha saatine baktı.

Saat 00.00’dı. O an arkasından bir ses duyuldu.

“Merhaba...”  

Kendisine sessizce selam veren bu kadın o olmalıydı. Araz yavaşça arkasını döndüğünde kafasına geçirdiği kapüşonuyla orta boylu, zayıf, kumral bir kadın gördü.

“Seden Hanım?” dedi Araz temkinli bir sesle. Kadın başını salladı, “Araz ben.” diye ekledi Araz. Kadın bir kez daha başını salladı.

“Sizi dinliyorum.” dedi Araz.

Kadın başıyla bulundukları noktadan iki bina ötesini gösterdi ve konuşmaya başladı.

“Ben burada yaşıyorum. Sizin için sorun olmazsa evimde konuşsak kendimi daha güvende hissederim.”  diye mırıldandı sessizce. Kadının korktuğu fazlasıyla belliydi.

Araz bir kez daha etrafına bakındı, sonra eliyle kadına yol verdi.

“Siz önden buyurun.” dedi.

Seden dönüp evine doğru ilerlerken Araz da peşinden ilerliyordu. Seden’in evi giriş katındaydı. Araz ne olursa olsun kötü bir sürprizle karşılaşma ihtimaline karşın tetikte olması gerektiğini hissediyordu.

Seden kapıyı açıp içeri girerken Araz tedirgin bir adımla içeri girdi. Şimdilik bir sıkıntı var gibi durmuyordu. Kadın evde tek gibiydi, içeride sadece koltukta uyuyan siyah beyaz bir kedi vardı. Kedi gözlerini açıp kimin geldiğine baktıktan sonra tekrar uykuya daldı. Kedinin huzurlu hali bile evde ters giden bir şeyler olmadığını ifade ediyor olmalıydı, hayvanlar her şeyi hissederdi.

Kadın üzerindeki hırkayı çıkarıp asarken Araz’a da askılığı işaret etti.

“Ceketinizi buraya asabilirsiniz. Kahve ya da çay içer misiniz?” diye sordu.

“Hiçbir şey almayayım. Sağ olun. Ben yalnızca anlatacaklarınızı duymak istiyorum. Bir an önce.” dedi Araz.

“Hazır filtre kahvem var. Bir fincan alacağım, size de getireyim. Olmaz mı?” diye sordu kadın. Araz birkaç saniyelik duraksamadan sonra pes etti.

“Tamam, olur. Teşekkür ederim.” diyerek ceketini çıkardı ve askılığa astı.

“Siz buraya geçebilirsiniz, kedim çok uysaldır. Çekinmeyin.”

Seden içeri gidip kahvelerini doldururken Araz kedinin yattığı koltuğun tam karşısındaki berjere oturdu. Bir yabancının evinde olmak onu ne kadar rahatsız etse de kardeşi için buradaydı. Seden’in gelmesini beklerken evi inceledi. Kitaplıktaki kitapları, orta sehpada duran dergileri, karşı koltukta uyuyan kediyi... Her şey çok normal görünüyordu.

Seden elinde bir tepsiyle içeri girip kahveleri ve bir tabak kurabiyeyi orta sehpaya bıraktı. Tepsiyi ise büyük yemek masasına bırakıp masadan birkaç dosya aldı, geri döndü ve kedisinin yanına, Araz’ın tam karşısına oturdu.

“Teşekkürler,” diye mırıldandı Araz kahvesinden bir yudum alırken. Kadının artık bir an önce konuya girmesini bekliyordu.

“Afiyet olsun.” dedi Seden tedirgin bir sesle, “Aslında söze nasıl gireceğimi bilmiyorum. Neyi nasıl anlatacağımı da bilmiyorum çünkü benim bildiklerim de kendime göre sınırlı. Tabi eminim ki sizden kat ve kat fazla bilgim vardır. Şunu bilin ki her şeyi bilmiyorum. Ben size sadece bildiklerimi anlatacağım. Kedimin üzerine yemin ederim.” dedi kadın bir eliyle kedisinin başını okşarken.

Kadının yemini Araz’ı gülümsetti, Seden’in fazlasıyla marjinal ve sıradışı bir karakteri olduğu her halinden belliydi.

Kumral saçlarının uçlarındaki mora boyanmış tutamlar, tırnaklarındaki mor ojeler, kitaplığını dolduran spiritüel kitaplar kadının karakterini yansıtıyordu.

“Öncelikle şunu söyleyeyim. Beni arayan ilk ve tek kişi değilsiniz. Her yerde numaram var ve defalarca arandım, diğerlerine nazaran sesiniz çok daha genç geldiği ve bir eğitimci olduğunuzu da araştırırken öğrendiğim için size dönmek istedim.”

“Tekrar teşekkür ederim.” dedi Araz kadının bir an önce konuya girmesi için.

“Taylan Kaval. Adamı tanıyorsunuzdur. Bu zamana kadar birçok büyük yapımın yapımcılığını yaptı, birçok medya şirketinin sahibi. Yapımlarına uzunca bir ara vermişti, sonra bu projeyi yapmaya karar verdi. Aslında bakarsanız olay tam olarak şöyle oldu. Enkaz Altındakiler yarışmasını düzenleyen ülke Almanya, yarışmanın konsepti ise şu şekilde olacaktı... Her ülkede aynı anda başlayacak, her ülkenin beş yarışmacısı olacak, biz onları yedi gün yirmi dört saat boyunca izleyeceğiz. Yarışmacılar yarışma boyunca yer altında olacaklar...”

“Yer altında derken?” dedi Araz şok içinde.

“Yer altında.” dedi kadın bir kez daha, “Ayaklarımızın altında.”

Araz elindeki kahve fincanını masaya bırakıp öne doğru eğildi.

“Yer altında da ne demek?” diye sordu anlamayarak, “Çocukları gömdünüz mü?” dedi dehşet içinde.

“Hayır, hayır! Öyle bir şey yok! Sakin olun. Bakın, bakın fotoğrafları...” dedi Seden telaşla elindeki kağıtlardan birkaçını Araz’a uzatarak.

“Almanya’da tam on beş yıl önce kurulmuş bir şirket var, şirketin ismi Bronex. Yıllardır üzerinde çalıştıkları konu yer altı şehirleri. Yerin altında bizim yerin üzerinde yaşadığımız gibi yaşam alanları yaratmak, sokaklar ve evler yapmak. Orada bitki yetiştirmek, hidroponik tarım yapmak, yerin altında güvenli yaşam alanları oluşturmak üzerine çalışıyorlar.”

O sırada Araz elindeki fotoğrafları inceliyordu. Bu fotoğraflar tam bir delilikti, yerin altında yapılmış evler, evlerin iç fotoğrafları, yürüme yolları, bitkiler...

“Yani siz bana kardeşim yerin altında mı diyorsunuz?” dedi Araz bir kez daha dehşet içinde.

“Şu an kardeşiniz nerede bilmiyorum Araz Bey. Ben size sadece bildiklerimi anlatacağım, eğer dinleyecekseniz.” Seden bozularak önündeki kağıtlara döndü.

“Tamam, anlatın.” dedi Araz, “Kusura bakmayın, az önce kardeşimin yerin altında olduğunu öğrendiğim için sinirliyim biraz.”

Araz’ın iğneleyici cümlesi Seden’i utandırırken anlatmaya devam etti.

“Bu yarışmayı o şirket düzenledi. Ödül olarak yarışmacılara yerin altından birer ev verilecekti. Kalan evler de yarışmadan dolayı fahiş fiyatlara satılacaktı. Daha sonra yeni yer altı sokakları yapılacak ve yeni evler satışa çıkarılacaktı. Yarışma şu an neredeyse bütün ülkelerde sorunsuz bir şekilde ilerliyor. Bildiğim kadarıyla sorun yaşayan birkaç ülke daha oldu, yayından çekildiler. Bizim yarışmamız ise hiç televizyonda yayınlanamadı...”

“Neden?” diye sordu Araz.

“Şöyle ki, Taylan Kaval birkaç yıldır hiçbir yapımın yapımcılığını üstlenemedi. Borçları olduğu birçok kez konuşuldu. Bu yarışmayı alabilmek için çok çabaladığını biliyorum. Bunlar tamamen kulis dedikoduları. Net olarak bildiğim şeyler değil... Yarışmanın yapımcılığını üstlendi ve daha sonra Almanya’daki yetkililer ekipten bu yarışma için uygun bir bölge bulmalarını istedi. Birkaç bölge bulundu, Almanya’dan ekipler gelip bu bölgeleri inceledi. Hiçbiri tam olarak bir yeraltı şehri için uygun değildi, ama birkaç tanesi ortalamanın üzerindeydi. Onlardan biri seçildi ve oraya oluşturulacak yeraltı şehri için, yani yarışmanın platosu için Taylan ve şirketine yüklü miktarda bir masraf ödemesi yapıldı. Yarışmacıların güvenliği Almanya’daki şirketin kırmızı çizgisiydi. Bu yüzden gerçekten yüklü bir ödeme yapıldı. Şimdi söyleyeceklerim yine net olarak bildiğim şeyler değil, bunlar arka tarafta konuşulan şeyler. Konuşulan şu ki, Taylan’ın yarışmanın düzenleneceği bu bölge için harcadığı miktar yarışmanın ona ödediğinden onlarca kat az...”

“Adam parayı yedi mi yani?” dedi Araz öfkeyle.

“Öyle konuşuluyor. Adam borç batağında diyorlar. Yarışma için her şeyden o kadar çok kıstı ki birçok kişi yarışmanın güvenli olmadığını dile getirerek ekipten ayrıldı. Ne elektrik sistemi düzgündü ne su, ne de havalandırma. Taylan yine de yarışmaya katılmakta kararlıydı. Ekip her geçen gün bir bir eksiliyordu çünkü başlarına geleceği tahmin ediyorlardı...”

Araz bir yandan Seden’i dinlemeye devam ederken bir yandan elindeki fotoğrafları inceliyordu.

“Yarışmaya başlayacakları gün birkaç ülkenin de ricasıyla yarışmanın ilk bölümlerini banttan yayınlanması kararı alındı. Yarışma yeraltında geçecekti, herkesin sorun yaşama ihtimali vardı. Bunu göze alarak hemen canlı yayına geçemezlerdi. Bu Taylan’ı fazlasıyla mutlu etti, çünkü daha yarışmacıları bile oraya sokmadan sorun yaşamaya başlamıştı. Aşağının elektrikleri gidip geliyordu.  Son dakikaya kadar ekipten ayrılanlardan öte Taylan’ın ekipten çıkardığı da birçok isim oldu. İşte ben onlardan biriyim. İşimizin buraya kadar olduğunu, küçük bir ekiple devam etmenin yeterli olacağını ve hatta belki de yarışmanın iptal olacağını anlatarak bizimle yollarını ayırdı. Tutarsız konuşmaları vardı ama son dakika iptal olan projeler bu sektörde çok normal karşılanır. O yüzden kimseye çok da tuhaf gelmedi. Hatta ‘Umarım iptal olur’ dediğimi hatırlıyorum. Oranın yarışmacılar için tehlikeli olduğu fazlasıyla belliydi.”

Sonra Araz’a bir kağıt daha uzattı.

“Bu nedir?” diye sordu Araz.

“Bu benim projeden ayrıldığımı gösteren belge. Belki inanmazsınız diye...”

Araz onu da incelerken aklını kaybedecek gibiydi. Nefesi daralıyordu, tek istediği kardeşini bulmaktı.

“Benim projeyle yolumun ayrılması bu şekilde oldu. Ekipte tanıdığım kimse kalmadı, onlar yollarına küçük bir ekip olarak devam ediyorlardı. Yarışma ise hiçbir zaman yayınlanmadı, iptal olduğunu düşündük. Ta ki ben telefonlar almaya başlayana kadar...” dedi ve derin bir nefes aldı Seden.

“Medya patronlarının bazıları birer mafya gibi davranır, onu üzerseniz o da sizi üzer. Yaşlı bir annem ve babam var, bu işe direkt olarak dahil olmak istemiyorum Araz Bey. Ben kimseye haber vermedim, siz de benden kimseye bahsetmeyin. Size yalvarıyorum...” diyerek Araz’a bir kağıt uzattı Seden.

“Peki bu ne?” diye sordu Araz kağıdı alırken.

“Yarışmanın konumu ve aşağının haritası...”  

Araz ellerinde tuttuğu kağıda bakarken ellerinin titrediğini hissediyordu. Seden ayağa kalkıp Araz’ın yanına geldi ve parmağını kağıtta gezdirerek anlatmaya başladı.

“Bakın, eğer onlar hala yerin altındalarsa şurada bir yerde olmalılar... Giriş yaptıkları nokta burasıydı.” dedi kalemle işaretleyerek, “Burası ise çıkacakları noktaydı. Yarışmanın sembolü olan şifreli kapı burada. Eğer sona kadar gidebildilerse burada olmalılar. En kötü ihtimalle buraya yakın bir yerde olmalılar.”

Araz Seden’in kalemle işaretlediği yerlere bakarken korkarak sordu.

“Sona kadar gidebildilerse ne demek?”

Seden başını kaldırıp dolu gözlerle Araz’a baktı.

“Aşağısı... Yani plato... Hiç sağlam değildi Araz. Adam delinin teki. Orada başlarına her şey gelmiş olabilir. Dua edelim ki orada olmasınlar.”

Seden’in konuşmaları Araz’ın öyle korkutmuştu ki anında ayağa kalktı. Tüm kağıtları katlayarak askılıktaki ceketinin cebine sokuşturdu ve ceketini üzerine geçirdi.

“Dikkatli ol.” dedi Seden, “Polisin haberi var mı?”

“Polis sadece arıyor ama ayrıntılardan haberi yok.” dedi Araz telaşla ayakkabılarını giyerken.

“Konumu bulsan bile eğer oradalarsa ve iyi durumda değillerse onları tek başına kurtaramazsın. Senin için bir şey yapmamı ister misin?” diye sordu Seden.

Araz kapıyı açtı ve ceplerini kontrol etti.

“Ne yapabilirsin ki?” diye sordu aklı karmakarışık ve telaşlı bir halde.

“Gazeteci bir arkadaşım var, çok güvenilir. Bunu son dakika haberi yapmasını sağlayabilirim, oraya ekipler göndertebilirim. Tek istediğim gizli kalmak.”

Araz Seden’in teklifine birkaç saniye düşündükten sonra yanıt verdi.

“O siktiğimin yapımcısının yaptıklarını herkese duyurmayı mı öneriyorsun?”

“Evet Araz, aramalar televizyonda yapılırsa gizli kalamaz. Aksi takdirde aramalara engel olunabilir.”

“Tamam, yap o zaman.” dedi Araz telaşla, yüzü kıpkırmızıydı, öfkeden delirmek üzereydi, “Tek ricam bunu ben çıktıktan bir saat sonra yapman. Onları önce ben bulmalıyım. Kimse duyup engel olmamalı.”

“Tamam, tamam... Nasıl istersen. Telefonundan numaramı siler misin? Lütfen.” Seden’in son isteğine sadece başını sallayarak karşılık verdi ve binadan koşarak çıktı Araz.

Kapüşonunu kafasına geçirdi ve uzun sokakta caddeye doğru koştu. Yolda karşısına çıkan ilk taksiyi çevirdi. O kadar telaşlıydı ki taksinin içinde bile koşuyor gibi hissediyordu. Evini tarif edip telefonuna baktı. Konumu aklında tuttuğu kadarıyla haritaya girdikten sonra yol tarifi aldı. Trafik yoktu, şanslı olduğu tek konu bu olmalıydı. Evinin önünden yola çıktıktan kırk dakika sonra oradaydı, orada olmalıydı.

Taksiden evinin önünde inip arkadaşından birkaç günlüğüne ödünç aldığı arabaya atladığı gibi yola çıktı. Bu hızda giderse ya ölüme gidecekti ya da haritanın kırk dakika olarak gösterdiği yolu ölme pahasına yirmi dakikada aşacaktı.

Yollar bomboştu, sokaklar bomboştu, Araz’ın kafasının içi ise karmakarışıktı. Kendi kendine dağa taşa küfür edip duruyordu. Bu, aklına gelebilecek bütün senaryolardan daha kötü bir senaryoydu.

Rüzgarı arkasına almış son hızda ilerlerken kimsenin karşısına çıkmaması tek dileğiydi. Aşağıda beş kişi olmalıydı. Uraz, Kumru, bugün tanıştığı adamın oğlu ve iki kişi daha... Kaç gündür oradalardı? Ne haldelerdi? Yoksa orada değiller miydi? Oradan çoktan çıkıp başlarına başla bir şey gelmiş olabilir miydi? Araz’ın kafası onlarca soruyla dolup taşarken tam yirmi beş dakika sonra ıssız bir arazinin üzerinde zar zor durdu. Arabanın kapılarını bile açık bırakarak arazinin üzerinde koştu ve cebindeki kağıtları çıkarıp tek tek yere dizdi. Rüzgardan uçmamaları için her birinin üzerine birer taş koydu Araz.

“Neredesin oğlum, neredesin!” dedi ağlamaklı sesiyle etrafına bakarken. Etraf ölüm kadar sessizdi.

“URAZ!” diye seslendi kendini tutamayıp, oysa hiçbir cevap gelmedi.

“KUMRU!” diye bağırdı bu sefer de.

“URAZ!”

Gelmeyen cevaplar Araz için cehennemi yaşamak gibiydi. Telaşla kağıtlara baktı. Beyni hiçbir şeyi algılayamıyor gibiydi. Konuma göre şu an bulunduğu nokta yarışmanın çıkışına en yakın nokta olmalıydı.

“En yakın nokta burası olmalı, burası. Ama bu siktiğimin yer altına nereden gireceğim ben!” diye söylendi kendi kendine.

Sonra sakinleşmeye çalıştı. Kendini sakinleştirdi. Sesli bir şekilde düşünmeye çalıştı.

“Bu bir yarışma,” dedi, “Çıkış noktaları denen bir kapı var. Kapıdan çıkıp toprağı eşeleyerek mi çıkacaklar? Bir şey olmalı. Önceden varsa bile kapatılmış olabilir mi? Düşün, düşün, düşün!” dedi kendi kendine, delirmek üzereydi.

Etrafı inceledi, hiçbir giriş çıkış noktası yok gibiydi. Hiçbir işaret yok gibiydi. Yerler dümdüz çimlerle kaplıydı. Yer yer sarı, yer yer yeşil çimler... Sonra gözlerini çimlerin üzerinde gezdirirken gözüne bir bölge çarptı. Diğer çimlerden daha temiz, daha gerçekdışı duran bir bölge. Oraya doğru koştu. Ellerini yemyeşil çimlerin üzerinde gezdirdi.

“Yapay.” dedi kendi kendine, etrafındaki çimler gerçekken bunlar yapaydı. Bunlar buraya sonradan getirilmiş olmalıydı. Bir şeyleri kapatmak için getirildikleri belliydi.

Araz tek tek yapay çimlerin bağlı olduğu kareleri çıkardı. Hepsini çıkardığında kalan toprağı eliyle eşelemeye başladı. Eliyle eşelemenin yetmeyeceğini düşünüp arabaya koştu. Bagajı açıp arkadaşının yanında gezdirdiği alet çantasını alıp geri döndü. Orada bulduğu küçük bir çekiçle toprağı sağa sola eşelemeye devam etti. Sonra çekicin pek de yardımı olmadığın düşünerek eliyle devam etti. Belki yarım metrelik bir eşelemeden sonra neredeyse pes edip başka bir yol düşünecekken parmak uçlarının çelik bir yapıya değdiğini hissetti.

“Lütfen, lütfen, lütfen...” dedi kendi kendine, “Lütfen!”

Daha hızlı eşeledi, daha hırslı ve daha umutlu eşeledi. Karşısına çıkan manzara onu heyecandan ve umuttan ağlatacak gibiydi. Karşısında çelikten ağır bir kapak vardı. Kapağı kaldırdığında gördüğü beton merdivenler gördüğü an nefesini tuttu.

Mantıklı davranarak önce telefonunu çıkardı ve rehberine girdi. Kumru’nun babasına bulunduğu konumu gönderdi.

“Buradayım, çocukları bulmak üzereyim.” yazdı.

Derin bir nefes aldı. Uzanıp yere dizdiği kağıtları topladı ve katlayıp cebine koydu.  Arkadaşının alet çantasından birkaç şeyi alıp ceketinin cebine attı. Aşağıda ne ile karşılaşacağını bilmiyordu.

Telefonunun ışığını açtı ve merdivenlere doğru ilk adımını attı. Merdivenleri bir bir indi. İndikçe nefesinin daraldığını hissediyordu. En sonunda karşısına çıkan devasa yeşil bir kapı gördü.

Bu o kapıydı, çocukların çıkabilecekleri tek nokta.

Eğer anlatılanlar doğruysa ve eğer senaryo başka yönde ilerlemediyse kardeşi, Uraz’ı bu kapının ardında olmalıydı. Araz hemen kapının önüne koştu, kapı asma bir kilitle kilitlenmişti. Cebindeki çekici çıkarıp asma kilidi birkaç vuruşta kırdı ama kapıyı açmaya hazır hissetmiyordu. Kapının ardındakiler tahmin ettiğinden bile kötü olabilirdi.  

Kapıyı dışarı doğru itti, kapı biraz aralanmasına rağmen açılmadı. Aralıktan gördüğü şey kapının ardındaki zifiri karanlık ve kapıyı içeriden bir arada tutan bir asma kilidin daha olduğuydu. Aralıktan elini uzatıp içerideki asma kilidi de zor olsa da birkaç vuruşta kırdı. Kapı sessizce açılırken Araz’ı içerisinin zifiri karanlığı karşıladı.

Telefonunu kaldırıp içeri doğru tuttu ve bu korkunç platoya baktı. İçerisi sessizdi. Karanlıktı, korkunçtu, kasvetliydi ve olabildiğince havasızdı. İçeride kimsenin olmaması Araz’ın en büyük korkusuydu.

Telefonunu kaldırıp karanlığa doğru bir adım attı. Ayağının battığı çamur birikintileri Araz’ı çok daha fazla korkutmuştu. Burası yaşanılacak ve hayatta kalınacak bir yer değildi. Elektrikler yoktu, yukarıdan su almıştı, her yer Araz’ın bile dizine gelecek kadar çamur içindeydi ve yukarıya oranla beş kat daha soğuktu.

Kendisi için bir an olsun korkmadı, korkusuzca ilerledi.

Tüm korkusu kardeşi ve diğerleri içindi.

Öte yandan Kumru, Uraz, Bulut, Eren ve Nisan ise Araz’ın metrelerce ötesinde, yapay ağaçların ardındaydı. Belki hayatta belki değillerdi. Belki iyilerdi belki değillerdi. Tüm umutlarının son zerresine kadar yitip gittiği ise onlar hakkındaki en gerçek şeydi.

Fakat bilmedikleri bir şey vardı.

Araz Kayalar buradaydı.

Ve buradan kardeşini almadan çıkmaya niyeti yoktu.