19.Bölüm : Çığlıklar ve Hayaller.
.png)
19.Bölüm : Çığlıklar ve Hayaller.
(Bölüm Şarkısı : Faye – Screams and Dreams)
(Yazarın Anlatımıyla)
Araz Kayalar koordinatör Seden Alaycı’nın kültür merkezinin camdan kapısında bulduğu telefon numarasından gece tam 00.00’da merkezin arka sokağında bir davet aldığından beri geçen süre sadece yarım saatti. Bu yarım saatte Beste ile sessizce yemek yemişlerdi. Aklı bu gece yapacağı görüşmede, gözleri ise Beste’nin mavi gözlerindeydi.
Beste’nin çalan telefonu aralarındaki sessizliği bozdu. Beste yemek masasında duran telefonunu alıp ekrana baktı.
“Laborant arkadaşım arıyor...” diyerek telefonunu açtı, “Alo, evet Zafer. Hastanın adresindeyim ben. Tamam, bekliyoruz.”
Beste telefonunu kapatırken Araz Beste’nin kendisinden “hasta” diye bahsetmesine alınmıştı. Öylesine bir hasta mıydı yani?
“Birkaç dakika içinde burada olacakmış.” diyerek ayağa kalktı Beste, “Şey... Bunları kaldırsak... Tabi doyduysanız...” dedi ve önündeki yemek kutularını getirdiği poşete koymak için katladı.
“Tabi, çoktan doydum.” diyerek ayağa kalktı ve kendi yemek paketlerini de poşete doldurdu Araz. Beste bir açıklama yapma ihtiyacı hissederek Araz’a döndü.
“Bu etik değil...” dedi tereddütle, “Yani siz benim hastamsınız. O sebeple bir iş arkadaşımın burada sizinle yemek yediğimi görmesini istemem...”
Araz kendini tutamayıp Beste’ye döndü.
“Öyleyse neden benimle yemek yediniz?” diye sordu.
Beste beklemediği bu soru karşısında kaşlarını çattı. Adam haklıydı, niye gelip burada onunla yemek yemişti ki?
“Kusura bakmayın,” diye ekledi Araz, “Hesap sorar gibi oldum. Niyetim o değildi. Etiklere bu kadar bağlıysanız onları benim için neden çiğnediğinizi merak ettim yalnızca.”
Araz yemek poşetini alıp mutfağa doğru ilerledi.
“Çöp atıp geliyorum.” diye ekledi.
Beste başını sallayarak koltuğa geçti ve muayene çantasını açtı. Araz çöpleri atarken Beste ona verebileceği cevapları düşünüyordu. Beste muayene çantasından birkaç şey çıkarırken Araz geri döndü.
“Aslında bakarsanız size karşı dürüst olacağım Araz Bey.” dedi Beste, “Dürüst olmak gerekirse sorunuzun cevabını bilmiyorum. Sizinle neden yemek yediğimi bilmiyorum. Bu yeterli bir cevap mı?”
Araz Beste’nin oturduğu koltuğun hemen karşısındaki duvarın önünde durmuştu. Onu dinledi ve sebepsizce gülümsedi.
“Yeterli.” dedi.
“Şimdi kazağınızı çıkartır mısınız?” diye sordu Beste bir anda.
“Ne?” Araz anlık bir şok yaşarken Beste durumu hemen toparladı.
“Muayene için.” diye ekledi Beste.
Araz bir anlığına kendine kızdı, kadın başka ne için kazağını çıkar diyecekti ki?
“Tabi, tabi. Kusura bakmayın. Bir an anlayamadım.” diyerek kazağını çıkardı Araz.
Beste gözlerini önündeki raporlara dikmişti. Araz Beste’nin hemen yanına oturdu ve ona arkasını döndü. Beste gözlerimi kendisine arkasını dönen Araz’ın sırtına çevirdi.
“İzleriniz iyiye gidiyor...” dedi parmaklarını Araz’ın sırtındaki yara izlerinde gezdirirken.
Araz gözlerini kapattı. Bu dokunuştan etkilenmemeliydi ama elinde değildi.
“Şimdi ciğerlerinizi dinleyeceğim...”
Beste elindeki steteskopu kulaklarına taktıktan ucunu Araz’ın sırtına dokundurdu, bastırdı ve Araz’ın nefesini dinlemeye başladı.
“Derin bir nefes alın...”
“Şimdi bırakın...”
“Derin bir nefes daha...”
“Yavaş yavaş bırakın...”
Araz gözlerini kapatmış nefes alıp verirken solunumun göğüs kafesinde yarattığı hafif ağrıyı hissedebiliyordu. Beste önündeki raporlara birkaç not yazdıktan sonra Araz’a döndü.
“Buraya sırt üstü uzanır mısınız?” dedi oturduğu yerden kalkarken.
“Tabi.” dedi Araz ve koltuğa sırt üstü uzanıp bir kez daha gözlerini kapattı.
“Şimdi kalbinizi dinleyeceğim. Normal akışınızda nefes almaya devam edebilirsiniz.”
Beste steteskop ile Araz’ın kalbini dinlerken gözleri Araz’ın göğsündeki yara izlerindeydi. Parmaklarını izlere değdirdiğinde Araz’ın kalp atışlarının hızlandığını fark etti. Bu durum karşısında ne düşüneceğini bilemiyordu. Bir dokunuşuyla Araz’ın kalbini mi hızlandırmıştı?
“Buradaki yaralarınız biraz daha problemli görünüyor. Size verdiğim kremi kullandınız mı?”
“Henüz kullanmaya fırsat bulamadım.” diye açıkladı Araz. Beste derin bir nefes aldı. Masaya dönüp raporlarına birkaç cümle daha yazdı.
“Giyinebilirsiniz Araz Bey.” diye mırıldandı Araz’ın muayene raporunu doldurmaya devam ettiği sırada.
“Size yeni bir reçete yazıyorum. Lütfen hiçbirini ihmal etmeyin. Arkadaşım geldiğinde...” derken Beste’nin sözü çalan zilin sesiyle kesildi, “Ah, galiba geldi!” dedi.
Araz üzerine geçirdiği kazağını düzeltirken kapıya doğru ilerledi. O sırada gözleri gayri ihtiyari bir şekilde kolundaki saate kaydı. Saat 22.15’ti. Buluşmaya 1 saat 45 dakika kalmıştı. Kapıyı açtı ve kenara çekildi.
“Buyurun,” dedi karşısındaki kendisiyle yaşıt olduğunu tahmin ettiği siyah saçlı orta boylu adama.
“Araz Bey, değil mi? Beste Hanım hala burada mı?”
“Her ikisine de evet.” dedi Araz. O sırada içeriden çantasını toplayan Beste’nin sesi duyuldu.
“Buradayım Zafer, hastamız Araz Bey.”
Zafer içeri girerken bir yandan da hem Araz’la hem Beste’yle konuşuyordu.
“Tekrar geçmiş olsun, ben Zafer Kalyon. Tahliller için örneklerinizi ben alacağım. Selam Beste! Muayene nasıl geçti, her şey yolunda mı?”
Araz adamdan pek hoşlanmamıştı. Rahatsız edici bakışlarını adamın üzerine dikmiş bir şekilde onu izliyordu.
“Her şey yolunda gibi. Hastamızın ilaçlarını daha düzgün kullanması lazım, öyle olursa her şey yoluna girecek.” dedi Beste Araz’a atıfta bulunarak.
Zafer yemek masasının sandalyesine koyduğu çantasından ihtiyacı olan her şeyi çıkarırken Beste toparlanıyordu.
“Merak etmeyin Beste Hanım, daha dikkatli olurum.” dedi Araz Beste’nin toparlanmasını izlerken, “Siz gidiyor musunuz?”
Beste “Hayır,” der gibi başını sallayarak gülümsedi.
“Zafer ile birlikte çıkacağız. Bir hastayı daha ziyaret edeceğiz.” dedi Beste.
Beste’nin cümlesi nedense Araz’ın canını sıkmıştı. Başka bir hastayı daha mı ziyaret edeceklerdi? Hem de bu adamla... Aralarında iş ilişkisi dışında hiçbir şey olmadığı belliydi. Acaba araları iyi miydi? İleride aralarında bir şey olur muydu?
“Siz şöyle gelin Araz Bey, bu sandalyeye oturabilir misiniz?” Zafer tüm hazırlıklarını yaptıktan sonra hem Araz için hem de kendisi için birer sandalye çekti.
Araz sesini bile çıkarmadan Zafer’in onun için çektiği sandalyeye oturdu ve sol kolunu açtı. Gözleri ise evin penceresindeydi. Zafer Araz’ın damar yolunu kolayca bulup kan örneklerini sırayla alırken Beste ile kendi aralarında birazdan ziyaret edecekleri diğer hasta hakkında konuşuyorlardı. Araz ise ister istemez konuşmalarını tahlil etmekle meşguldü. Samimiler miydi, araları nasıldı, bunları anlamaya çalışıp duruyordu. Konuşmaları ise oldukça mesafeli ve saygılıydı.
“Tahlil sonuçlarınızın bir kısmı yarın sabah çıkmış olur Araz Bey. Tamamının sonuçlanması ile 48 saati bulur.” dedi Zafer örnekleri dikkatle çantasına yerleştirirken.
“Ben sonuçlarınızı inceleyip size haber vereceğim Araz Bey.” diye söze girdi Beste çantasına omzuna yerleştirirken, “Bir şikayetiniz, acil bir durumunuz olursa beni her zaman arayabilirsiniz. Bu gece ilaçlarınızı ve merhemlerinizi ihmal etmeyin lütfen. İyice dinlenen. Yarın tekrar konuşuruz. Tekrar geçmiş olsun, size iyi akşamlar.”
Beste ve Zafer kapıya ilerlerken Araz da onları yolcu etmek için peşlerinden gidiyordu.
“Tamamdır Beste Hanım, bir sıkıntım olursa size haber veririm. Teşekkür ederim. Gideceğiniz yer... nerede?” diye soruverdi bir anda, “Sizi bırakayım isterseniz.”
Zafer anlık bir gafletle şaşkın bir ifadeyle Beste’ye baktı.
“Arabamla gelmiştim,” dedi Beste gülümseyerek, “Yine de teşekkür ederiz.”
Araz çaresiz bir kabullenişle başını salladı. Beste’nin arabasıyla geldiğini biliyordu, yine de bilinçsizce hareket ediyor gibiydi, bu ne aptal bir teklifti böyle. İçinden kendine kızıyordu.
“İyi akşamlar Araz Bey.” Araz Zafer’in cümlesine sadece başını sallayarak tepki verirken Beste ve Zafer evden çıkıp koridorda ilerlediler.
Araz kapıyı kapatıp olduğu yerde kendi kendine söylenmeye başladı.
“Arabayla geldiğini biliyorsun. Arabayla geldiğini bildiğini o da biliyor. Sizi bırakayım diyorsun. Allah akıl fikir versin sana, ne diyeyim.” dedi kendi kendine.
Kendine çok kızmıştı. İçindeki hislere alışık değildi, nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. Bunları aklından atmaya çalışarak Uraz’ın odasına girdi. Bir süreliğine Uraz’ın yatağına uzandığında gözleri elindeki telefonundaydı. Dakikalar bir bir geçerken Uraz’ın yatağında uzanmış “Seden Alaycı” ismini araştırıyordu. O sırada telefonuna mesaj geldi. Yazan kişi Murat Sonat’tı. Kayıp kızın babası, Kumru’nun.
“Araz merhaba, bir haber var mı?”
Araz hemen cevap yazdı.
“Saat 00.00’da merkezin...”
Sonra mesajı sildi. Yanında onu da götürürse tüm plan iptal olabilirdi. Birkaç saniyelik tereddütün sonunda yeni bir mesaj yazmaya başladı.
“Maalesef. Bende bir haber yok. Sizde var mı?”
Anında cevap geldi.
“Bende de bir gelişme yok. Lütfen bir gelişme olursa bana hemen haber ver Araz. Kumru’nun annesi de ben de çok endişeliyiz.”
Araz mesajı okuduktan sonra derin bir iç çekti ve telefonunun ekranını kapatıp yanına bıraktı. Evde durmaya daha fazla dayanamayacaktı. Biraz yürümek ona iyi gelecekti. Uraz’ın yatağından kalktı, bilgisayar masasının üzerine son bir kez göz attı. Ellerini Uraz’ın masasında gezdirdi. Kardeşinin dokunduğu yerlere dokundu.
“Neredesin be oğlum?” dedi kendi kendine, bu evde tek başına kaldığı an yaşadığı her şeyi çok daha net hatırlıyor ve öfke krizi geçirecek noktaya geliyordu.
Kendi ceketini giymek yerine Uraz’ın ince baharlık montlarından birini giydi. Evden çıkarken yanına sadece cüzdanını, sigarasını, zipposunu ve telefonunu aldı. Aşağı iner inmez bir sigara yaktı. Baş parmağı ve işaret parmağı arasında tuttuğu sigarasını içine çekerken sokağın ortasında durup birkaç dakikalığına oturdukları binaya baktı. Burada geçen her anları bir bir gözlerinin önünden geçti. Sonra sigarasını yere atıp üzerine bastı ve elleri cebinde yola çıktı.
Saat 23.05’ti.
Gerçekleri öğrenmesine yalnızca elli beş dakika kalmıştı.
(Kumru’nun Anlatımıyla)
“Hazır mısınız Enkaz Altındakiler? Bugün kapıya gidiyoruz!”
On sekizinci evin merdivenlerini Eren’in sesiyle inerken belki de hayatımın en tedirgin gününü yaşıyordum. Sabah uyanıp hep birlikte hızlıca bir şeyler atıştırdıktan sonra hazırlanıp yola çıktık.
On sekizinci evden on dokuzuncu eve yürüyecek, orada dinlenmek yerine orayı pas geçecektik. Hesaplamalarımıza göre toplamda yirmi ya da yirmi bir ev vardı. Sonra kapıya ulaşacaktık. Kapıya ulaşana kadar durmak, dinlenmek yoktu.
İçerisi giderek soğuyordu. Yüzlerimizi sadece gözlerimiz açık kalacak şekilde kapatmak zorunda kalmıştık. Konuşmak bizi daha da yoracağı ve nefes nefese bırakacağı için konuşmamakta kararlıydık. Ellerimizde el fenerlerimiz, çamura bata çıka ilerlediğimiz son yolculuğumuzdaydık. Kapıya ulaşmadan durmak yoktu.
Ara ara başımı kaldırıp yanımda yürüyen Uraz’ın gözlerine bakıyordum. Ona baktığımı fark edip bana dönüyordu ve el fenerinin ışığında zar zor gördüğüm gözleri benim için kısılıyordu. Bana gözlerini kısarak bir şeyler diyordu sanki, güven veriyordu.
“On dokuzuncu ev göründü!” dedi Eren konuşmama kuralımızı bozarak, “Özür dilerim, söylemeden duramadım.”
Sessizce güldüm.
On dokuzuncu evi geçtikten sonra kalbimin hızlandığını hissetmeye başlamıştım. Yirminci ev göreceğimiz son ev miydi bunu bilmiyorduk. Eğer yirminci ev son ev ise ondan sonra göreceğimiz şey günlerdir hayal ettiğimiz o kapı olacaktı.
On dokuzuncu evi geçtikten sonraki yol boyunca elim hep kalbimdeydi. Soğuktan mı yoksa korkudan mı titriyordum bunu bilmiyordum. Zangır zangır titremek deyimini hayatımda ilk defa yaşıyordum. Gün yüzü görmek, toprağın üzerinde olmak istiyordum. Yol boyunca yukarı çıktığım an yapacağım ilk şeyin ne olduğunu düşündüm. Ayakkabılarımı çıkarıp bu lanet çamurdan kurtulduktan sonra toprağa basmak istiyordum. Gökyüzünü izlemek, uçan kuşlara gülümsemek, dans etmek istiyordum...
İçerinin keskin soğuğu gözlerimi ağrıtırken bir süreliğine gözlerimi kapattım. Gözlerim açıkken de pek bir şey görmüyordum... Bir süreliğine gözlerim yarı açık yarı kapalı ilerledim. İçerinin havası başımı döndürmeye başlamıştı. Buna bilimsel olarak ne denirdi bilmiyordum ama nefes almamın pek de kolay olduğunu hissedemiyordum. Zar zor yutkundum ve Uraz’ın kolunu tuttum.
“İyi misin?” diye sordu sessizce. Başımı salladım.
“Biraz gözlerim kapalı yürümek istiyorum...”
“Nasıl istersen.” dedi sessizce.
Uraz’ın kolunu tuttuğum andan itibaren gözlerim yol boyunca hep kapalıydı. Kapıya gittiğimizde neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk, orada ne kadar efor sarf edeceğimizi, bilincimizin ne kadar yerinde olması gerekeceğini bilmiyorduk. Kendimi iyi hissetmediğimin farkındaydım, bu yüzden kapıya gidene kadar biraz olsun kendime gelmeliydim.
“Mola vermemizi ister misin?” diye sordu Uraz sessizce.
“Hayır, hayır, sakın!” dedim gözlerimi açarak.
“Bir an önce kapıya ulaşacağız diye kendini kaybetmek zorunda değilsin Kumru.” dedi Uraz endişeli bir sesle, ”Yarım saat dinlenmenin kimseye zararı olmaz.”
“Hayır,” dedim, “Benim yüzümden durmayacağız. Mola verince değil, buradan çıkınca iyi olacağım Uraz. Lütfen...”
Uraz sıkıntılı bir nefes verdi ve yürümeye devam ettik.
“Bileğinin burkulduğunu söyleyelim, seni kucağımda taşıyayım.” dedi bir anda.
Kendimi tutamayıp güldüm.
“Onu daha önce yaptık.” diye açıkladım.
“Yine burkulmuş olamaz mı?” diye sorduğunda güldüğünü anlayabiliyordum.
O sırada önümüzden ilerleyen Eren’in güldüğünü duydum. Nisan gülen Eren’in koluna vurdu. Bize gülüyor olamazdı, değil mi? Eğer öyleyse çok utanırdım! Bizi duymuyor olduklarını varsayarak konuşuyorduk!
“Sizi duymuyoruz, merak etmeyin!” diye bir açıklama yaptı Nisan.
Yanaklarımın kıpkırmızı olduğuna emindim, bizi resmen duymuşlardı. Bu durumun Uraz’ı zerre kadar rahatsız edeceğini sanmıyordum tabi. Benim için ise pek hoş bir durum değildi. Burnumu çekip kendimi toparlamaya çalışarak elimi Uraz’ın kolundan çektim.
O an Eren ve Nisan’ın yanından ilerleyen Bulut söze girdi.
“Kapıya az kalmış olmalı. Vitamin veya ağrı kesici isteyen varsa verebilirim. Orada ihtiyaç duyabiliriz.”
“Nesin sen?” diye söze girdi Eren, “Seyyar ilaç satıcısı mı?”
“Tamam artık lütfen şu konuşmama kuralını uygulamaya devam edebilir miyiz? Konuşunca öksürme isteğim geliyor! Öksürünce ölecek gibi oluyorum!” dedi Nisan sitem ederek.
Nisan’ın sitem edişine sessizce güldüm. Yirminci evin görüş alanımıza girmesine dakikalar kalmış olmalıydı. O andan sonra herkes konuşmayı bıraktı. Sessizce bizi neyin beklediğini izlemeye odaklandık. El fenerlerimiz direkt karşıyı gösterirken görüş alanımıza giren yirminci ev kalp atışımı hızlandırdı.
“Yirminci ev göründü!” diye fısıldadı Eren, “Özür dilerim, söylemek zorundaydım.”
Elim bir kez daha kalbime gitti. Yolun geri kalanına hızlanarak devam ettik çünkü yirminci evin sonu bizi oraya götürecek olabilirdi.
Oraya.
“Kapıya.”
Yirminci evin tam önüne gelip onu geçtikten sonra bizi neyin beklediğini görebilmek için yaklaşık yirmi dakika daha yürüdük. Her birimizin heyecanını kendi içimde hissedebiliyordum. Her birimizin korkusunu, her birimizin umudunu...
Kafamın içi terk edilmiş bir balo salonundan farksızdı.
Yitip gitmiş ruhların çığlıkları ve hayalleri içimi sarmış gibiydi.
Yirminci evi geçip olduğumuz yerde durduğumuzda sanki durmak için sözleşmiştik. El fenerlerimiz tuttuğumuz her yeri aydınlatırken gözlerimiz görebildiği her ayrıntıyı inceliyor, arıyordu. Tek görmek istediğimiz bir çıkıştı. Tek görmek istediğimiz bize “Artık gidebilirsiniz.” diyen bir kapıydı.
Ölmekten korkum yoktu ama burada ölmekten korkuyordum.
Burası hayallerimdeki ölüm yeri değildi, burası hayal ettiğim mezarlık değildi.
Çok yakın bir zamana kadar her ne kadar aksini düşünsem de tam şu an biliyordum ki kaybolmuş, bir daha bulunamamış ve silinip gitmiş biri olarak ölmek istemiyordum. Yerim insanların ayaklarının altı değildi.
Ben unutulacak bir ruh değildim.
Bilincimin her yerinde gezinen düşünceler korkularımın dışavurumu gibiydi, bilinçaltım çığlıklarla doluydu. Göz bebeklerimin her hareketi titrek ve çekingendi. Eren’in sesi kulaklarımı doldurduğunda ilk fark ettiğim sesinin bile mutluluktan ve heyecandan titrediğiydi.
“Kapı göründü.” dedi nefes nefese, “KAPI GÖRÜNDÜ!”
Oradaydı. Benim sol çaprazımda, yüz metre ilerimizde. El fenerlerimiz Eren’in gösterdiği noktaya döndüğünde kapıyla tanıştık.
Koyu zümrüt yeşili.
Antik tasarım kolonlarla çevrilmiş.
Yıkılmak üzere olan bir kapı.
Bizim kapımız.
Uraz yüzünü saran boyunluğu çıkarıp yere bıraktığında aynısını yapmak için bekliyor gibiydik. Sırayla her birimiz bizi saran, yoran, bize yük olan her şeyden kurtulduk. Artık yürümek yoktu, yolun sonu burasıydı.
Montlarımızı üşüme pahasına çıkardık, boyunluklarımızdan ve kapüşonlularımızdan kurtulduk, sırt çantalarımızı bir daha almamak üzere çamur birikintilerinin içine bıraktık. Sadece el fenerlerimizle birlikte antik kolonların arasından geçtik ve kapının tam önünde durduk.
“Şifre istiyor.” dedi Bulut.
Kapı yüksek teknoloji bir asma kilitle bağlanmıştı. Asma kilit üzerindeki tuşlarla bir şifre yazmamızı istiyordu.
“Ve elektrik yok.” diye ekledi Uraz öfkeli bir ses tonuyla, elini asma kilidin tuşlarına götürüp rastgele bir tuşa bastı ama asma kilit çalışmıyordu bile.
Uraz yerden aldığı bir taşla asma kilide vurarak kilidi kırmayı denedi ama bu lanet yerin taşları bile sağlam değildi. Taş, asma kilide çarptıkça unufak oluyordu.
“Kapıyı kıramaz mıyız?” diye sordu Eren, “Yani sen, Uraz. Kapıyı kıramaz mısın?”
Başımı kaldırıp önümüzdeki devasa yeşil kapıya baktım. Bunu on tane Uraz bile kıramazdı.
“Tel tokayla açamaz mıyız?” diye sordu Nisan, hüzünle gözlerimi devirdim. İşimizin daha kolay olacağını düşünmüştüm.
“Kırmayı başka çaremiz yok gibi görünüyor.” dedi Uraz, “Ama kapıyı değil. Kilidi kırmalıyız. Asma kilitten kurtulduktan sonra kapının kilidini açmak daha kolay olacaktır. Siz burada bekleyin. Ben gidip yirminci evden asma kilitten kurtulmak için işimize yarayacak birkaç şey bulmaya çalışacağım...”
Uraz aceleyle konuşup kolonların arasından geçerken son bir kez bana döndü.
“Burada bekleyin.” dedi bir kez daha, bunu doğrudan bana söylemişti.
Ona başımı salladım. Uraz dönüp koşar adım yirminci eve doğru ilerlerken Eren, Nisan ve bulut kapının kilidini inceliyordu.
“Asma kilitten kurtulsak işimiz o kadar kolaylaşacak ki...” diyordu Bulut, “Kapı hem yıkılmak üzere gibi hem çok sağlam.”
Ben ise arkalarında kalmış Uraz’ın gidişini izliyordum. Dönüp bir kez daha onlara baktım. Kilide doğru eğilmişlerdi, arkalarında olduğumun farkında bile değillerdi. Gittiğimin de farkına varmazlardı. O an burada böylece durmak istemediğimi fark ettim. Buradan kurtulmaya bu kadar yakınken hiçbir şey yapmadan duramazdım. Uraz’ın yanına gidip bir işe yarayabilirdim ya da burada durup zaman öldürebilirdim. Yerimde duramayacak kadar sabırsızdım. Sessiz bir adım attım ve kolonların arasından geçip karanlığa karıştım.
El fenerine bile ihtiyacım yoktu, gittiğim yolu biliyordum. El feneri beni sadece yavaşlatacaktı. Burayı artık doğup büyüdüğüm bir sokak kadar iyi biliyordum. Ne kadar hızlı olursak o kadar hızlı kurtulacaktık buradan. Uraz’ın peşinden hızla ilerledim, kendimi yirminci evin bahçesinde bulduğumda el fenerimi açtım. Tam evin merdivenlerine yönelecektim ki yan bahçede duran sandıkları gördüm.
Uraz’ın evin içinde olduğunu içerideki zayıf ışıktan görebiliyordum, o evin içini ararken ben bahçedeki sandıkları aramaya karar verdim. Tek dileğim her şeyi hızlandırmaktı.
Hızlı adımlarla sandıkların başına gelip hepsini tek tek açtım. İşime yarayabilecek her şeyi elden geçirdim. Şemsiyeler, el fenerleri, yağmur botları, yağmurluklar, bu güne kadar işimize yaramış ama şu an yaramayacak bir ton şey. Öfkeyle sandıkları bırakıp evin ön bahçesine yöneldim. İçeri girip Uraz’ın evi aramasına yardım edecektim.
Merdivenleri çıkarken İlk üç basamağın komple su ile kaplandığını fark ettim. Merdiven basamakları zayıflamıştı, sanki ben her adım attığımda ev sallanıyordu. Umursamadan koşar adım içeri girdim. Mutfak çekmecelerine eğilmiş ter içindeki Uraz’ın başı bana çevrildiğinde bana kızacağını biliyordum.
“Ne işin var burada?” dedi Uraz hesap sorar gibi.
“Hiçbir şey söyleme!” dedim elimi kaldırarak, “Söyleyeceğin her şeyi yukarıya sakla Uraz! Tartışmaya vaktimiz yok, yardıma geldim! Kurtulduğumuzda bol bol tartışırız.”
“Kumru, çık dışarı.” dedi öfkeyle, “Bu ev hiç sağlam değil. Adım attıkça sallanıyor. Buradan kurtulmamıza ramak kalmışken kendini tehlikeye atmana izin veremem.”
Beni kolumdan tutup kapıya doğru çekerken ondan kurtuldum.
“Kumru çık ve beni bekle!” dedi aynı öfkeyle.
“Sensiz çıkmam. Sağlam değilse beraber çıkarız, ya da beraber kalırız. İzin ver sadece birkaç dakika kalıp evi seninle birlikte arayayım. Hızlıca çıkarız. Bize zaman kaybettirme Uraz!”
Uraz’ın cümleleri içinde kaldı. Onu bırakıp çıkmayacağımı biliyordu. Pes etmekten başka şansı yoktu.
“İçeri bakacağım,” dedim koşturarak koridora girerken.
“Dikkatli ol!” Uraz’ın arkamdan seslenmesine aldırmadan koşturmaya devam ettim.
O sırada Eren, Nisan ve Bulut’un sesleri duyuldu, bahçedelerdi.
“Uraz, Kumru yanında mı!” diye bağırdı Bulut.
“Kumru!” Nisan’ın endişeli sesi de kulaklarımı doldururken Uraz’ın net cevabı duyuldu.
“Yanımda.”
Eren, Nisan ve Bulut’un adım sesleri merdivenlerden duyulurken ben odaları aramaya başlamıştım. Çekmeceleri, dolapları, çantaları... O sırada Nisan’ın hızla koridora yöneldiğini gördüm.
“Seni çok merak ettik!” dedi endişeyle.
“Bunları yukarı çıkınca konuşuruz, yan odayı arar mısın?” dedim nefes nefese.
Nisan içeri seslendi.
“Biz odaları arıyoruz, siz salon ve mutfağı mı arayacaksınız?”
“Evet kızlar,” diye seslendi Eren, “Biz buradayız.”
O sırada Uraz onları evin sağlam olmadığı hakkında uyarıyordu. Atılan her adım evin temelinde hissediliyor gibiydi.
Herkes sessizliğe gömülüp evin her yerini didik didik ararken bulduğumuz işe yarayabilecek her şeyi evin antresine bırakıp aramaya devam ediyorduk. Tam olarak işimize yarayacak bir şey bulmuş sayılmazdık.
“Taşla biraz daha denesek?” dediğini duydum Bulut’un.
“Taşlar deniz kumundan. İşimize yaramaz.” diye yanıtladı Uraz, “Ama en kötü ihtimalle deneriz.”
Asma kilit o kadar güçlü yapılmıştı ki bize çekiç lazımdı, ya da onun gibi bir şey.
Dakikalarca süren arayışımız devam ederken koridor duvarında biraz uzanmam gereken bir mesafede gömme cam bir dolap içinde duran yangın tüpünü gördüm, gömme dolap camdan olduğu için hemen yanında asılı duran “Acil Durumda Kırın” yazılı bir çekiç asılıydı. O sırada ayaklarımın altında hissettiğim sarsıntıyla dengemi kaybettiğimi fark ettim.
“Ev mi sarsıldı yoksa bana mı öyle geldi!” Eren’in sesi kulaklarıma ulaştığında gözlerim duvardaydı.
“Çıkmamız lazım!” diye seslendi Uraz, “Kumru, Nisan! Neredesiniz!”
“Ben buradayım!” Nisan’ın sesi salonun girişinde duyulurken hiç sesimi çıkarmadım.
Hızla odalardan birine girip bir sandalye aldım. Sandalyeyle birlikte koşarak yangın tüpünün önüne geldim.
“Allah kahretmesin Kumru neredesin!” Uraz’ın sesi kulaklarımı doldururken sandalyeye çıktım.
“Çıkın geliyorum! Çekiç buldum, onu alıp geleceğim!” diye seslendiğim sırada ellerim duvara uzandı.
“Siktir et çekici neredesin! Neredeydi gördünüz mü?” Uraz’ın sesi çaresiz bir öfkeyle bana doğru yaklaşıyordu. Bense hala çaba içindeydim.
Çekici tam kavramıştım ki içinde bulunduğumuz su alan prefabrik evin tek tarafının suyun içine gömülmeye başladığını fark ettim. Dudaklarımın arasından çıkan çığlık içeridekilerin korku dolu sesine karıştığında çok korkunç bir gerçekliğin içinde olduğumu fark ettim.
“Kumru!” Uraz’ın bana yaklaşan sesi şimdi çok da yakın gelmiyordu.
Çekici almıştım. Evet.
İçinde bulunduğum durum ise özetleyemeyeceğim kadar kötüydü.
Evin tek tarafı suya ve çamura batmıştı, diğer tarafı ise hala yüksekteydi. Ben batan taraftaydım, diğerleri ise batmayan tarafta, salonda. Buradan, yattığım yerden anladığım kadarıyla aramızda kalan kirişin üzerine yıkılan oda kapıları ve kapılara doğru kayan eşyalar onları görmemi engellerken Uraz’ın aramızdaki eşyaları tekmelediğini duyabiliyordum.
“Kumru, camı kır! Camdan dışarı çık!” diye bağırıyordu Uraz.
Ben ise şokta gibiydim. Sandalyeden düşmüştüm, almaya çalıştığım çekiç koluma düşmüştü ve kolumu kıpırdatamıyordum bile. Benimle birlikte çamura düşen el fenerimin nerede olduğunu bile bilmiyordum. Işık yoktu, hiçbir şeyi net bir şekilde göremiyordum.
“Camı göremiyorum...” dedim ağlamamı bastırmaya çalışarak, “Ben düştüm, el fenerim de düştü. Hiçbir şeyi net göremiyorum.” Sesim titriyordu, vücudumun büyük bir kısmı ıslak toprağın içindeydi.
“Siktiğimin kapıları sıkışmış!” dediğinde Uraz’ın sesi korkunç geliyordu, “Bulut, ne yapacağız! Düşünemiyorum, beynim durdu, onu kaybedemeyiz! Düşünemiyorum!”
Uraz deliye dönmüş gibiydi. Nisan’ın ağladığını duyabiliyordum.
“Dışarı çıkıp camı bulup biz kıralım! Onu camdan çıkaralım.” Bulut’un korku dolu sesini dinlerken evin hala çökmeye devam ediyor olduğunun farkındaydım.
“Ev yıkılıyor.” dedi Uraz çaresizce, “Onu bırakıp çıkamam.”
“Uraz’ı götürün buradan!” diye seslendim onlara.
“Gelmek zorundasın!” dedi Bulut.
“Çıkıp onu alın, siz onu aldığınızda ben ancak öyle çıkarım.” Uraz’ın sesini duyduğum an ağzımı araladım ama kolumun acısından konuşamıyordum.
Elimi ağzıma götürüp acımın beni bağırtmasına engel olmaya çalıştım.
Dışarıdan gelen seslerden Eren, Nisan ve Bulut’un bahçeye çıktığını ve yanımdaki pencereyi aramaya başladıklarını anladım.
“Kumru!” diye seslendi Uraz, “Ayağınla pencereye vurabilir misin? Ya da ellerinle... Seni duymalarını sağla!”
Uraz’ın sesi hiç duymadığım kadar çaresizdi.
Umutla pencereye doğru ayağımı uzattım ama oraya yetişemiyordum. Ağrıdan kıpırdayamıyordum ve pencereye yetişemiyordum!
“Yetişemiyorum.” dedim acı içinde.
“Canın mı yanıyor?” diye sordu Uraz kıyamayan bir ses tonuyla.
“Ben iyiyim...” dedim, yalan söylediğim her halimden belliydi.
“Kumru cama vuran taşın sesini duyuyor musun?” diye seslendi Bulut dışarıdan.
“Hayır...” dedim çaresizce.
Gözlerim zifiri karanlıkta hiçbir yeri göremezken tam tepemden gelen seslerden fark ettiğim korkunç bir gerçek daha vardı. Koridorun ortasındaki ağaçtan yapılma kolon yerinden oynuyor gibiydi. Gözlerimi kapatıp durumu birkaç saniyeliğine sorguladığımda fark ettim ki en kötü ve en olası senaryo kolonun üzerime düşmesiydi.
“Ben buradayım, sen çıkana kadar buradan çıkmayacağım. Bunu aklından çıkarma Kumru.” dedi Uraz, “Elim kapıların ardında.”
Uraz’ın cümlesini duyup gözyaşları içinde bir kez daha gözlerimi kapattığımda hayatımın böyle sona ermemesi gerektiğini biliyordum. Kabullenmekten başka çarem ise yoktu. Oysho’nun dediği gibi, “Hayat olması gerektiği gibi değil, olduğu gibiydi.”
Kafamın içinde çığlıklar, kafamın içinde hayaller...
Kafamın içinde korkular ve pes edişler...
Uraz’ın hala aramızda sıkışan kapıları kırmaya çalıştığını duyabiliyordum. Fakat vaktimin azaldığının da bilincindeydim. Kolonun santim santim üzerime doğru eğiliyor olduğunu biliyordum ve bunu kimseye söyleyemiyordum. Onlara üzerime düşmek üzere olan bir kolon olduğunu söylemem onlara yapacağım en büyük kötülük olurdu. Nasıl hissedeceklerini tahmin bile edemezdim.
Dışarıda bana ulaşabilmek için en ufak bir boşluğu bile arayan Eren, Nisan ve Bulut, içeride yanıma ulaşabilmek için her şeyini vermeye hazır olan Uraz’ın çabalarına rağmen kolonun aşağı doğru eğilme hızının arttığını hissettiğimde kırıldığına emin olduğum kolum ve sağlam olduğunu düşündüğüm kolumla son bir hamleyle başımı korumaya çalıştım.
Kolon üzerime düşerken üzerimde hissettiğim ağırlığın haddi hesabı yoktu. Üzerimdeki basınç kıpırdamamı, bağırmamı ve hatta nefes almamı engellerken kafamın içinde hala kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.
“Zorlaştırma,” diyordum kendime kendime, “Kolaylaştır.”
Hayatım zor olmuştu, ölümüm en azından kafamın içinde kolay olmalıydı.
İşte o saniyeler, belki de hayatta olduğum son saniyelerdi.
Kafamın içindeki çığlıklar ve hayaller arasında...
Bu benim hayatımda daldığım en derin uykuydu.