18.Bölüm : Kırık Aynalar.

Beyza Alkoç
0

18.Bölüm : Kırık Aynalar.

(Yazarın Anlatımıyla)

Araz ve Murat birlikte kahvaltı yaptıktan sonra ellerindeki adresin onları götürdüğü kültür merkezine geri döndüler. Kültür merkezi hala kapalıydı, gelip giden kimse yoktu. Birlikte merkezin büyük cam kapılarına asılmış ilanları ve etkinlik takvimlerini incelemeye başladılar. Hepsinin tarihi çoktan geçmişti. Bunlar sadece işe yaramaz ilanlardı.

“Ebeveynler için çocuklarını tanıma etkinliği... Şarap tadım günleri, ülkelere göre peynir tadımı, teknoloji ve inovasyon... Hepsinin tarihi geçmiş. Ne oldu bir anda bu merkeze ilgisi olan herkes mi yok oldu da burası böyle ölü bir binaya döndü.” diye söylendi Araz kendi kendine.

“Çok uzun zamandır kapalı olamaz. İçeride yaşayan çiçekler var.” dedi Murat parmağıyla lobiyi göstererek.

O sırada Araz rüzgara rağmen ağzına tutuşturduğu sigarasını yakabilmek için olağanüstü bir mücadele veriyordu. Bir yandan öksürüyor, bir yandan sigara içmeye çalışıyordu. Eliyle rüzgar arasına çektiği set sayesinde yakabildiği ateşi sigarasını yaktığında zehirli dumanı içine çekti ve bir kez daha öksürdü. Aklı sebepsiz yere Beste’ye gitti, bu halini görse ne kızardı ama. Ağzında sigarasıyla kısık gözlerle etkinlikleri incelerken dikkat radarına giren bir detayla sigarasını eline aldı ve kağıtlara yaklaştı.

“Şunlara bak,” dedi Araz Murat’a, “Koordinatör numaraları aynı. Seden Alaycı.”

Murat tek tek numaraları kontrol ederken Araz çoktan sigarasını dudaklarının arasına tutuşturup cebinden çıkardığı telefon ekranına kağıtlarda gördüğü telefon numarasını yazmıştı. Numarayı telefonuna “Koordinatör Seden Alaycı” diye kaydeder kaydetmez tereddüt etmeden numarayı aradı ve telefonu kulağına götürdü.

“Arıyor musun?” diye sordu Murat, “Bunu iki gündür nasıl fark etmedim!” diye öfkelendi kendine. Araz başını salladı ve bir dolu dumanı havaya bıraktı.

“Sıkma canını, sonuçta fark ettik.” dedi Araz. Bu sırada telefon defalarca çalmasına rağmen açılmadı ve meşgule döndü.

“Saat erken. Belki uyuyorlardır.” dedi Murat kolundaki saate bakarak, saat sabahın 7’sini henüz geçmişti.

“Uyansınlar o zaman.” diye yanıtladı Araz aynı numarayı bir kez daha arayarak. Telefon yine açılmadı ve Araz yine aradı. Yine açılmadı ve yine aradı.

“Böyle de bir inadım var işte... Yüz kere açılmasa yüz kere ararım...” diye söylenirken bir yandan telefonu başı ve omzu arasında tutuyor bir yandan yeni sigarasını yakıyordu.

“Kadının başına da bir şey gelmiş olmasın? Ya da adamın. Cinsiyeti her neyse...” dedi Murat tereddütle, o sırada Araz’ın kulağındaki telefondan bir “Alo?” sesi duyuldu.

Araz içinde hissettiği ufak adrenalin kıpırdanması ile telefonu diğer eline geçirdi. Ahizeden gelen sesi Kumru’nun babası Murat da duymuş ve heyecanla Araz’a dönmüştü.

“Alo.” dedi Araz, “Kusura bakmayın, uyandırdım mı?” diye sordu kendince alaycı bir tavırla.

“Siz kimsiniz?” dedi kadın, sesi endişeli geliyordu, “Bu saatte beni neden on yedi kez aradınız?” Sesi artık öfkeliydi.

“Ben Araz Kayalar.” diye tanıttı kendini, “Uraz’ın ağabeyi, isim tanıdık geldi mi?”

Telefon yüzüne kapanırken Araz kaşları çatılarak Murat’a döndü. Kadın Uraz’ın adını duyunca telefonu Araz’ın yüzüne kapatmıştı.

“Kapattı mı?” diye sordu Murat inanamayarak.

“Kapattı.”

Araz bir kez daha aynı numarayı aradı ve telefonu hoparlöre aldı. Tam o an ahizeden gelen ses ikisini de huzursuz etti.

“Aradığınız aboneye şu an ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra tekrar deneyiniz...”

“Bir şeyler biliyor.” dedi Araz, “Ya beni engelledi ya telefonunu kapattı. Bir şeyler biliyor olmak zorunda.”

Öyle öfkeliydi ki elindeki sigaranın yanan küllerinin parmaklarını tütsülemesi bile umrunda değildi. Sigarayı yere atıp üzerine bastı ve yanan parmaklarının acısını umursamadan boğazını temizledi.

“Bir de ben arayayım.” dedi Murat aynı numarayı yazarak. Sonuç ise aynıydı.

“Aradığınız aboneye şu an ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra tekrar deneyiniz...” diyordu ahizeden gelen ses.

“Kapatmış.” diye mırıldandı Araz, “Sıkıntı yok, mutlaka açık yakalarız.” diye ekledi.

O sırada kaslarının ağrıdığını hissediyordu, öksürüğü giderek artarken ayakta durmasının bile mucize olduğuna emindi. Murat Sonat Araz’a başıyla arabasını işaret etti.

“Seni evine bırakayım. Gün içinde tekrar konuşuruz. Numarayı aramayı deneriz. Haber beklediğimiz yerlerden haber beklemeye devam edelim. Hava felaket, durumun da iyi değil. Gidip dinlensen iyi olacak. Bir gelişme olursa haber veririm, merak etme kardeşim.”

Araz istemeye istemeye başını salladı. Bu halde biraz daha ayakta kalmaya çalışırsa Uraz’ı aramaya devam edemeyeceğini biliyordu. Murat ile birlikte Murat’ın arabasına doğru ilerlediler. Murat Araz’ı yakınındaki evine bıraktıktan sonra kültür merkezine geri döndü. Araz ise eve çıkar çıkmaz kendisini banyoya attı. Sıcak bir duş aldıktan sonra aynanın karşısında kendini izlerken gözlerindeki hüznü ve öfkeyi görebiliyordu. Kendisini anne ve babasına karşı mahçup hissediyordu. Uraz ona anne ve babasının emanetiydi.

“Nasıl bulamazsın lan kardeşini nasıl lan nasıl?” Öfkesinin zirve yaptığı noktada yumruk yaptığı elini karşısındaki aynaya geçirince ayna orta yerinden çatlarken Araz’ın yumruğu ise kan içinde kalmıştı.

Bu ise onun umrunda bile değildi. Elini havluya sarıp üzerine eline ne geçtiyse giydikten sonra kendini hiçbir şey yemeden salondaki koltuğa attı. Uyumak değildi bu, yorgunluktan sızıp kalmaktı...

Gözlerini çalan telefonunun sesiyle açtığında salonun kapkaranlık olduğunu fark etti.

“Bu ne lan?” dedi havaya bakarak, “Akşam mı oldu?”

Argo konuşmaları, kibarlıktan binlerce kilometre uzak halleriyle Beste’nin ilgisini çekmesi inanılmazdı. Arayan Beste’ydi. Araz önce saate baktı, saat 20.36’yı gösteriyordu. Bu Beste’nin Araz’ı dördüncü arayışıydı. Araz kendisini Beste’ye karşı mahçup hissetti. Telefonu açtığında ters bir tepkiyle karşılaşacağını düşündü ve sesini temizleyerek telefonu açtı.

“Alo, Beste Hanım.”

“Araz Bey, merhaba. İyi misiniz? Telefonu açmayınca başınıza bir şey geldi sandım.” Beste’nin sesi öyle telaşlı çıkıyordu ki Araz bir anlığına karşıdan gelen seste duyduğu duygunun telaş olup olmadığına inanamadı.

“İyiyim,” dedi şaşkınlıkla, “Uyuyordum. Kusura bakmayın.”

“Sevindim,” dedi Beste, “Ben hastaneden çıktım. Trafikteyim, adresinizi alamadım ama hastanedeki bilgilerinizden oturduğunuz mahalleye kadar ulaştım. Kardeşiniz açık adres vermemiş. Buralarda bir yerde yemek yedikten sonra kontrol için size geçeceğim. Konum atmanızı bekliyorum. Laboratuvardan bir arkadaşım da benimle aynı zamanlarda adresinize geçecek.”

Araz telefonunu kulağından uzaklaştırıp hoparlörü açtı ve bir yandan Beste’yi dinlerken bir yandan mesaj sayfasına girdi ve konumunu gönderdi.

“Konumumu gönderdim, Beste Hanım.”

“Hemen bakıyorum, ben de ona göre size yakın bir yerde yemek yiyeyim.” Beste mesaja baktıktan sonra gözlerini kıstı ve telefona döndü.

“Size zaten yakınmışım.” dedi hafif bir tebessümle, “Alt caddenizdeyim. Yemek yer ve yarım saate orada olurum.” Sonra duraksadı ve tereddütle devam etti Beste, “Peki siz aç mısınız?”

Araz o sırada uykulu gözlerle karanlık salonun duvarına karşıdaki restauranttan vuran lacivert ışık yansımalarına bakıyordu.

“Ben mi?” dedi öksürerek, “Evet ama şimdi kalkıp bir şeyler hazırlarım...”

Beste bir kez daha tereddütle konuşmaya başladı.

“Sesiniz çok halsiz geliyor. Alt caddedeyim, dediğim gibi. Yemek alıp gelebilirim. Birlikte yeriz. Yani... size de uyarsa...” Araz kadının cesareti ve ilgisi karşısında her geçen dakika daha da şaşırıyordu. Her şeyden önce Beste onun doktoruydu, belki de ilgilenmesinin tek sebebi buydu.

“Birlikte mi yeriz?” dedi tereddütle Araz.

“Tabi siz de isterseniz. Siz açsınız, ben açım...” diye lafı ağzında eveleyip geveledi Beste. Sonra kendisine kızdı, ne yapıyordu böyle. Adam onun hastasıydı.

“Kusura bakmayın Araz Bey,” dedi bir anda, “Fazla mı samimi göründüm? Niyetim o değildi. Sadece tek başınıza bu halde olmanız bir doktor olarak beni huzursuz etti. Fakat fazla samimi göründüysem kusura bakmayın. Siz sadece benim hastamsınız.” dedi Beste trafikten kurtulup Araz’ın evinin bulunduğu caddeye girerken.

O sırada Araz karanlıkta başını salladı.

“Evet, hastanızım...” dedi.

Sonra bir anda kurduğu cümlenin argo dilinde bambaşka bir anlama gelebileceğini düşündü ve düzeltmeye çalıştı Araz.

“Hastanızım derken, o manada değil Beste Hanım. Resmi anlamda hastanızım yani.” dedi apar topar ekleme yaparak.

Beste karşısındaki koca adamın en baştaki kaba hallerinden sıyrılmaya çalıştığını fark ederek gülümsedi. O sırada tam olarak Araz’ın evinin karşısındaydı, Araz’ın evine yansıyan laciver ışıkların geldiği o restaurantın önünde.

“Ben sizi anlıyorum Araz Bey, sorun yok. Şu an evinizin karşısındayım, Lapis Restaurant’ın tam önünde.”

Araz sebepsiz yere heyecanlandığını hissetti. Ayağa kalktı ve pencereye yaklaştı, tülün arkasından karşı kaldırımda duran kırmızı arabaya baktı. Tülü açmak yerine arkasında saklanmayı tercih etti.

“Öyleyse sizi bekliyorum.” dedi Beste’ye, “Yemek yer gelirsiniz.”

Araz da Beste gibi yanlış anlaşılmak istemiyordu. Mesafe her zaman daha iyiydi, bu onun mottosuydu. Beste belli belirsiz başını salladı.

“Tamam o zaman, görüşürüz Araz Bey.”

“Görüşürüz Beste Hanım...”

Araz telefonu kapattıktan sonra Beste’nin arabadan inip içeri girişini izledi. Üzerinde mavi bir kadife mont vardı. Topuklu ayakkabıları ve uzun siyah saçları, mavi gözleriyle bu semt için fazla dikkat çekiciydi. Beste salınarak içeri girerken Araz pencereden uzaklaştı ve tuvalete gitti. Elini yüzünü yıkayıp kendine çeki düzen verirken aynada asılı durmaya devam eden kırık aynaya bakarak saçlarını düzeltti. Yerdeki kanlı havluyu aldı ve kirli sepetine attı. Elini banyo çekmecesinden çıkardığı sargı beziyle bozuk bir şekilde sardı ve salona geçti. Salonun ışıklarını açıp ortalığı biraz olsun topladıktan sonra ise yatak odasına ilerledi ve üzerine doğru düzgün bir şeyler giymek için dolabını açtı. Dolaptan lacivert bir kazak ve kot bir pantolon çıkardı.

“Sanki evde kazakla pantolonla oturuyorsun...” diye söylendi kendine, “Ayakkabı da giy bari.” dedi gözlerini devirerek.

Tam dolabın kapaklarını kapatacaktı ki evin zilinin çaldığını duydu. Beste gelmiş olabilir miydi? Ya da cıvık arkadaşlarından birileri?

Yatak odasının ışıklarını kapatıp merakla kapıya doğru ilerledi. Onun her an tetikte olan birinden bekleneceği gibi önce kapının deliğinden baktı. Bu kapının deliğinde gördüğü en güzel görüntü olmalıydı bu. Gelen Beste’ydi.

Araz hayatında ilk defa heyecan hissediyordu. Aklı Uraz’ındaydı, kardeşindeydi ama kalbinin atmasına da engel olamıyordu işte. Kapıyı açtığında Beste’yi karşısında büyük kol çantası ve üzerindeki LOTUS RESTAURANT yazılı kocaman bir paketle gördü. Beste mavi gözleriyle Araz’ın yüzüne gülümseyerek bakarken gözleri sanki hissetmiş gibi elindeki sargı bezine kayıvermişti.

“Araz Bey!” dedi korkuyla, “Elinize ne oldu?”

Beste bir anlığına kendini kaybedip ayakkabılarıyla içeri daldı ve elindeki paket ile çantasını kapının hemen sağında yer alan büyük yemek masasına bırakıp Araz’ın sargı bezi ile sarılmış elini tuttu.

Araz’ın ise nutku tutulmuş gibiydi, Beste elini tutuyordu.

“Bir şey yok,” dedi, “Ufak bir şey...”

Beste Araz’ın elindeki sargı bezini açar açmaz şoka girdi. Elinin her yanı kesik içindeydi.

“Bu mu ufak bir şey?” diye sordu telaşla, “Ne oldu elinize!”

“Aynayı kırdım.” diye açıkladı Araz.

“Aynayı mı kırdınız?” diye sordu Beste, işte o an kendisine bir kez daha karşısındaki adam ile dünyalarının ne kadar farklı olduğunu hatırlattı.

“Oturun,” dedi Beste, “Elinize pansuman yapayım. Felaket görünüyor.” Beste Araz’ı sandalyelerden birine oturtup çantasından çıkardığı birkaç malzeme ile Araz’ın hemen önüne çektiği sandalyeye oturdu.

“Abartmıyor musunuz Beste Hanım? Alt tarafı aynayı kırdım.” dedi Araz.

“Abartan ben miyim sizce?” dedi Beste.

“Kardeşim kayıp, biliyorsunuz. Siz olsanız ne hissederdiniz? Ne hissettiğimi tahmin bile edemezsiniz.” Beste Araz’ın cümlesine acı içinde gülümsedi.

“Emin olun, tahmin etmekten ötesini biliyorum bu his hakkında.” Beste bir yandan Araz’a pansuman yaparken bir yandan kafasının içinde geçmişe dair binlerce görüntü izliyordu.

“Ne demek bu?” diye sordu Araz merakla.

“Benim erkek kardeşim kayıp...” dedi Beste, “Sanırım sizin hastaneden çıkma ve kardeşinizi arama isteğinizi anlamamın sebebi buydu. Sizinle bu kadar ilgilenmemin sebebi de bu. Acınızı anlıyorum...”

Araz duydukları karşısında inanamayarak Beste’ye baktı. Karşısında durmuş, eline pansuman yapan bu güzel kadının hayatından böylesine bir hikaye çıkacağını hiç beklememişti.

“Kardeşiniz mi kayıp? Ne zamandır?” dedi çekinerek. Beste’nin cevabı ise daha büyük bir şoktu,

“On sekiz yıldız.” dedi Beste gözlerini Araz’ın elinden çekmemeye çalışarak, dikkatini başka bir şeye vermezse ağlayacağına emindi.

“On sekiz yıldır mı? Nasıl... Yani nasıl...” Araz bir şeyler söylemek istiyordu ama Beste’yi üzmek istemiyordu.

“İki yaşındaydı,” dedi Beste, “Ben ise sadece on yaşındaydım. Birlikte parktaydık, annem ve babam onu bana emanet etmişti.” derken dudakları bile titriyordu.

“Anlatmak istemezseniz sizi anlarım.”

“Yoo, sorun değil. Elbette üzüyor, elbette acı veriyor ama anlatabilirim. Çok uzun bir mesele de değil zaten, bir dakikalık bir gözden kayboluş ve on sekiz yıllık bir kayıp. Mesele bu. Onu bir daha bulamadık. Annem ve babam bana hiçbir zaman kızmadı ama ben hayatım boyunca kendimi suçladım. Benim yanımda kayboldu, benim gözetimimde...”

“On yaşındaymışsınız...” dedi Araz teselli etmeye çalışarak, Beste’nin acısı onun bile içini acıtmıştı, “İsmi neydi?” diye sordu merakla.

Beste dolu gözlerle başını kaldırıp Araz’a baktı. Sol gözü seğiriyordu ama yine de ağlamamakta direniyordu.

“Emir...” dedi, “İsmi Emir.”

Sonra derin bir nefes aldı. Gözlerini kapattı ve evin sessizliğini dinleyerek sakinleşmeye çalıştı. Gözlerini açtı ve kendisini hüzünle izleyen Araz’a gülümsemeye çalıştı.

“Pansumanınız bitti Araz Bey, izninizle lavabonuzu kullanabilir miyim? Nerede acaba?” dedi sağ gözünden akan yaşı silerken.

Araz ne yapacağını, ne konuşacağını bilemez bir halde eliyle koridoru gösterdi.

“Soldan ikinci kapı.” Beste ayağa kalkarken Araz bir düzeltme yapma ihtiyacı hissetti.

“Size ne hissettiğimi tahmin bile edemeyeceğini söylediğim için özür dilerim. Böyle bir hikayeniz olduğunu bilmiyordum...” Araz’ın başı önüne eğikti.

“Önemli değil,” dedi Beste, “Hikayelerimiz yüzlerimizden okunmuyor...”

Beste Araz’ı salonda bırakıp lavaboya girer girmez meşhur kırık ayna ile karşılaştı. Kıpkırmızı gözlerini kırık aynanın farklı parçalarında gördüğünde elini ağzına götürdü ve sessizce ağladı. Kardeşi hep aklındaydı, bunca yıldır her an her saniye tek düşündüğü oydu.

Araz ise salonda oturmuş Beste için endişeleniyordu. Yemeğini dışarıda yemek yerine alıp buraya gelmiş olması, Araz’la birlikte yemek istemiş olması onu bu kadar mutlu etmişken bir yandan Beste’nin hikayesi tarafından sarsılmıştı. Acaba iyi miydi? Yoksa ağlıyor muydu? Araz tereddütle ayağa kalktı ve koridora doğru bir adım atıp olduğu yerde durdu. Ne yapacaktı ki? Kapıyı çalıp ne diyecekti?

Tam masaya dönüyordu ki telefonunun çaldığını duydu. Yönünü değiştirip pencerenin yanındaki koltuğa ilerledi. Telefonunu burada bırakmıştı, umutsuzca telefon ekranına baktığında kalbinin hızlandığını hissetti. Arayan bu sabah numarasını buldukları koordinatör Seden’di. Araz heyecanla telefonu açıp kulağına götürdü.

“Alo?” dedi Araz heyecanla.

“Hiçbir şey söylemeyin, ne için aradığınızı biliyorum...” dedi karşıdaki ses, “Bu gece saat tam 00.00’da merkezin arka sokağında görüşelim. Olanlarda hiçbir suçum yok, o yüzden lütfen polisi karıştırmayın. Sadece size yol göstermek istiyorum. Lütfen gizli kalsın. Şimdi kapatıyorum. Unutmayın, 00.00.”

Telefon kapanırken Araz komadan uyandığından beri ilk kez böylesine umutlu hissediyordu. Sonunda ona yol gösterecek, ona bilgi verecek birine ulaşmıştı. Gözleri telefonunun saatine kaydı. Saat 21.02’ydi. Üç saat sonra belki de Uraz’ın yerini öğrenecekti, kardeşine ne olduğunu öğrenecekti.

Duvarın ardında kırık aynadan yansımasına bakan ve iki yaşındaki kardeşinin ona son gülümsemesini anımsayan Beste, duvarın diğer yanında ise kardeşine dair büyük bir iz bulmanın umudunu yaşayan Araz... Umutlar ve hüzünler hep aynı çatının altındaydı. Bizi en iyi yansıtanlar ise hep kırık aynalardı.

(Kumru’nun Anlatımıyla)

Biz yine aynı yoldaydık. Zifiri karanlığın ve çamurun içinde... Bu yol on beşinci evden on sekizinci eve gidiş yolumuzdu. On sekizinci ev ise son dinlenme noktamız olacaktı. Bizi yavaşlatacak her şeyden vazgeçmiştik, durup dinlenmekten, yemekten ve içmekten, Uraz’ın evlerin duvarlarına bıraktığı notlardan bile... Sadece yürüyorduk, yorulmamak için konuşmadan ve üşümemek için hiç durmadan. Yola çıktığımızdan beri sadece yolun başında Eren’in hazırladığı sandviçleri yemiş ve kahve içmiştik.

Ara ara kapattığım gözlerim burnuma gelen kir ve çamur kokusuyla beni o güne götürüyordu. Uraz’ı gördüğüm ilk güne, Uraz’ın beni yıllarca “çocukluk aşkı” olarak hatırlayacağı o güne... Eli elime o gün değmişti, beni ilk kez o gün kurtarmıştı. Gözleri yine böyle karanlıktı, oysa şimdikine göre çok daha umutlu bakıyordu. Abisi Araz ise o zamanlar Uraz’ın şimdiki haline öyle çok benziyordu ki aralarındaki benzerlik şaşırtıcı boyuttaydı. O günü hatırlamak, Uraz’ın beni yıllarca çocukluk aşkı olarak tabir ettiğini bilmek içimde bir kıvılcım yaratmıştı. Şimdi kendimi ona çok daha yakın hissediyordum. Sanki tüm bunlar kaderdi... Bu benim kaderimdi.

Polar kapüşonumu kulaklarımı tamamen saracak şekilde kapatmıştım, her birimiz böyleydik. İçerideki soğuk anlatılamayacak kadar keskindi. Sanki duvarın biraz ötesi denizdi, denizin dibiydi.

On altıncı ve on yedinci evleri geçip nihayet on sekizinci evi ilerimizde gördüğümüzde mutluluktan ağlayacak gibiydim. Kimse diğerlerini etkilememek için şikayet etmese de o kadar yorulmuş ve o kadar üşümüştük ki saatlerdir yürüyor olmalıydık. Ayakta zor duruyordum. Üstelik daha önce hiç yaşamamama rağmen sanki birkaç saattir içimde bir kapalı alan fobisinin doğduğunu hissediyordum. Duvarlar üzerime geliyordu sanki. Nefes almakta zorlandığımı hissediyordum. Bunu belli etmek ise yapacağım son şeydi.

“On sekizinci ev göründü!” dedi Eren, halsiz bir sesle.

Çıkışa bu kadar yakın olduğumuzu bilmek içimde hiç durmadan kapıya kadar yürüme isteğine neden oluyordu. Bunu ise ne ben kaldırabilirdim ne diğerleri. Uraz bile yıkıldıysa hiçbirimiz devam edemezdik. Öksürerek boğazımı temizledim. Gözlerimi bile zar zor açıyordum.

“Şampiyonlar ligi ne oldu acaba ya?” diye söylendi Eren bir anda, “Durup dururken aklıma geldi. Bizimkiler kaçıncı sırada acaba? ”

“Şu halde futbol düşünüyor olamazsın gerçekten, değil mi?” diye sordu Nisan.

“Bir Beşiktaşlı her an futbol düşünür.” diye yanıtladı Eren. O sırada Nisan benim hemen yanımdan yürüyen Bulut ve Uraz’a döndü.

“Siz de mi öylesiniz?”

“Ben Galatasaraylıyım.” diye yanıtladı Bulut.

Sonra ben bile merakla Uraz’a döndüm. Acaba futbol ile ilgileniyor muydu, acaba tuttuğu bir takım var mıydı, acaba hangi takımı tutuyordu? Peki benim Uraz’a dair merakım neden bu kadar artmıştı?

“Beşiktaşlıyım.” dedi Uraz, “Her an futbol düşünmeyen bir Beşiktaşlı...” dedi Eren’e gönderme yaparak.

Sonra Nisan söze girip Eren’in taklidini yaptı,

“Bir Beşiktaşlı her an futbol düşünür!” dedi ve ufak bir kahkaha attı Nisan.

“Yoksa futbol hastası filan mısın Eren?” diye sordum, “Tedavisi olan bir şey mi yoksa annen gibi tedavi görmen mi gerekecek? Belki Bulut yardımcı olabilir.”

“Benim branşım o değil ya,” dedi Bulut, “Ben daha çok sütlü tatlı hastalıkları ile mücadele filan...”

Nisan, Bulut ve ben gülüştüğümüz sırada Uraz tebessümle bizi dinliyor, Eren ise gayet bozulmuş görünüyordu. O sırada Eren yürümeye devam ederken ellerini sırt çantasına götürüp söze girdi.

“Aman, bırakalım da mizah profesörleri işlerini yapıp bitirip sussunlar. Oyalanın da canınız sıkılmasın diye konuşmanıza izin veriyorum inanın. Yerin altındayız, yapacak bir aktivite yok. Bari siz eğlenin. Uraz ve ben eğlenmiyoruz, esprileriniz bizim için fazla basit kalıyor.”

O sırada hevesle Uraz’a baktım.

“Ben eğleniyorum.” dedi Uraz.

“Tabi Kumru bakarken eğlenmiyorum diyemedin, değil mi? Ne hanımcısın ya!” dedi Eren ellerini pes eder gibi havaya kaldırarak.

Bizden sanki bir çiftmişiz gibi bahsetmesi beni utandırmıştı. Başımı öne eğip sessizce yürümeye devam ettim. Uraz da aynı sessizliğe büründü. Eren, Bulut ve Nisan önümüzden yürürken hala şakalaşıyorlardı. Biz ise yine aramızdaki enerjinin heyecanıyla susup kalmıştık.

“Ben baktığım için mi öyle dedin?” diye sordum tereddütle.

“Belki de.” dedi Uraz. Tek cevabı buydu.

Bu soğukta beni ısıtan tek şey ona duyduğum heyecandı. Hayatımın hiçbir anında kendimi bu kadar canlı hissetmemiştim, hiç bu kadar gerçek bir heyecan yaşamamıştım. Sanki yaşımı ve yaşadığımı ilk kez hissediyordum. Belki de ölüme bu kadar yakınken.

“Bir an yol hiç bitmeyecek sandım!” diye söylendi Nisan on sekizinci evin merdivenlerine ulaştığımızda.

“Basamakları bile zor çıkıyorum.” dedim karşılık olarak.

O sırada merdivenleri yanımda çıkan Uraz’ın elinin dokunuşunu belli belirsiz belimde hissettim. Şaşkınlıkla ona baktığımda bana bakmıyordu bile.

“Bakma öyle. Yardımcı oluyorum.” diye mırıldandı eli belimdeyken.

“Teşekkür ederim.” dedim, “Peki sen iyi misin? Tamamen iyileştin mi?”

“Merak etme, en kötü hastalığım bile maksimum bir günde geçer.”

Eve girdiğimizde elini belimden çekti. Hepimiz kapıda durup üzerimizdeki yağmurlukları, şemsiyeleri ve botları evin girişinde bıraktık. Her biri çamur içindeydi.

“Ben hemen odama gidiyorum.” Nisan resmen koştura koştura odasına giderken Eren mutfaktaydı. Bulut ise ilaç dolabının başındaydı, vitamin arıyordu.  

Ben çamur bulaştığı için sırt çantamı da içindekileri boşaltıp kapının önüne bırakırken Uraz evin pencerelerini kapatıyordu.

“Ben odamdayım. Bir süre dinlenmem lazım.” dedim koridora doğru ilerlerken. Gözlerimi zar zor açık tutuyordum.

“Bir yeri ağrıyan varsa ilaç verebilirim.” diye seslendi Bulut.

Konuşmalarını arkamda bırakıp odama doğru ilerledim. Odama girip açık olan pencereyi kapatmak için birkaç adım attığım sırada masada duran el aynasını fark ettim. Kenarları retro bir kesimle dizayn edilmiş oldukça şık bir el aynasıydı bu. Aynayı elime aldım ve karanlıktaki yansımama baktım. Yansımam da karanlıktı ama ben o karanlıkta kendimi görür gibi oldum. Uzun uzun o karanlığa baktım, ne de olsa diğerlerinin bana baktıklarında gördükleri de buydu. Sonra sandalyemi çektim, masama oturdum ve masamda duran mumlardan birini yaktım. Bu sefer kendime bir de mum ışığında baktım. Yorgun yüzüm, çökmüş göz altlarım ve bakımsızlıktan ağlayan saçlarım umrumda değildi. Gözlerim sadece gözlerimdeydi. Mutlu muydum, üzgün müydüm, korkuyor muydum, cesur muydum, sadece gözlerime bakıyor ve duygularımı anlamaya çalışıyordum. Son zamanlarda kendime bu kadar uzaktım işte, içimi başka türlü göremiyordum.

Bir şansım olsaydı kalbime ayna tutabilmeyi çok isterdim.

“Kumru.”

Uraz’ın kapımın önünden bana seslenmesiyle olduğum yerde sıçradım ve ayna elimden düştü, Uraz odamdan gelen tiz kırılma sesini duyunca kapıyı açtı.

“İyi misin?” dedi korkuyla elindeki el fenerini bana doğrultarak, “Ne kırıldı? Bir yerine bir şey oldu mu?”

“İyiyim, iyiyim. Ayna kırıldı.”

Sonra başımı eğip mumun ve el fenerinin ışığında yerdeki kırık aynaya baktım, aynanın kırık parçalarında kendimi gördüm. O an bir farkındalık yaşadım. Kalbime ayna tutsaydım göreceğim yansıma bu olurdu, paramparça bir ben.

Uraz birkaç adım atıp yanıma geldi, sandalyemde oturan ve yerdeki ayna parçalarına bakan benim ve kırık ayna parçalarının yanında durdu, el feneri aynadaki yansımamı aydınlatıyordu, beni kırık aynadan izliyordu.

Ve artık kırık ayna ikimizi birden gösteriyordu. Kırık aynanın ayrılmış parçalarında birlikteydik. Birlikte ve paramparçaydık.

“Belki de böylesi daha doğrudur... Aynaların kırık olması...” diye mırıldandım sessizce.

“Paramparça mı hissediyorsun?” diye sordu Uraz.

“Darmadağınık hissediyorum.” dedim.

“Toplarız.” dedi.

Sesi öyle güven veriyordu ki yaslanıp ağlamak istediğim bir ağaç gibiydi. Eğildi ve yerdeki kırık parçaları avucunun içinde topladı.

“Bir yerini keseceksin.” dedim.

Oysa umursamadı, kırık parçaları el aynasının sağlam kısmında birleştirdi. Bir yapıştırıcımız yoktu ama artık tüm parçalar ayna bir daha havaya kaldırılmadığı sürece bu masanın üzerinde bir arada kalacaktı. Uraz aynayı masaya bıraktığında ayna hala bizi gösteriyordu.

“Hala kırık.” dedim hüzünle, “Ne kadar uğraşırsan uğraş o artık kırık bir ayna. Yapıştırsan bile kırıldığı yerlerin izleri hep orada olacak.”

“En azından paramparça değil.”

Uraz’ın cevabıyla odanın içinde kısa bir sessizlik oldu. Bu odaya ne zaman gelsem kendi iç dünyamla baş başa kalıyor ve melankolik iç dünyama adım atıyordum. Gözlerim hep doluyor, içim hep acıyordu.

“Sen neden geldin?” diye sordum, “Yani kapımdaydın... Bana sesleniyordun...”

“Bir şey sormaya gelmiştim. Bir konuda ne düşündüğünü merak ettim...”

“Tabi, sor.” dedim.

“Sorum şu anki konuşmamız ile çok alakasız kalacak. Daha sonra sorsam daha iyi olur.” diyerek burnunu çekti Uraz.

“Hayır, Uraz. Sor lütfen...”

Uraz sessiz bir nefes aldı ve birkaç saniyelik suskunluktan sonra kendince şu anla alakasız olan sorusunu soruverdi.

“Bir anda bir yarışmanın elemelerinde tanışmamız, kendimizi burada bulmamız, başımıza böyle bir kaza gelmesiyle burada mahsur kalmamız ve hikayemizin aslında yıllar öncesine dayanıyor olması... Tüm bunlar sana ne düşündürttü? Sence bunlar sadece tesadüf mü?” diye sordu beklenti dolu bir sesle.

Peki beklentisi neydi? Bu soruyu ne için sormuş olabilirdi? Sesindeki bu tınıya sebep olan duygu neydi böyle?

“Ben...” diye söze başladığım sırada sözüm bir seslenişle kesildi.

“Uraz!” Eren’in içeriden gelen telaşlı sesi aramızdaki enerjiyi tuzla buz ederken ikimiz de telaşlanmıştık, Eren’in sesi oldukça şok içinde çıkıyordu.

“Eren?” Uraz arkasını dönüp odamdan çıkıp salona doğru ilerlerken peşinden gidiyordum.

“Bahçedeyiz!” Bulut’un sesi duyulduğu an Uraz ve ben birlikte merdivenlere yöneldik.

“Neler oluyor?” Arkamızdan koşturarak gelen Nisan’ın sorusunu yanıtsız bırakmaktan başka çarem yoktu. Neler olduğunu biz de bilmiyorduk.

Eren ve Bulut ellerinde el fenerleriyle evin on beş metre kadar ilerisinde durmuş yukarıyı izliyorlardı. Tam o an cebimden çıkardığım el fenerinin ışığını açıp önce onlara, sonra platformun tavanına tuttum.

“Uraz... Nisan...” dedim bir elim şaşkınlıkla Uraz’ın diğer elim ise Nisan’ın kolunu tutarken. Olduğumuz yerde kalakalmıştık.

Eren ve Bulut’un birkaç adım ötesinde, baktıkları yerin tam altındaydık. Bu sefer bizi baştan aşağı ıslatan platforma sızan kirli su birikintileri değildi. Bizi yağmur ıslatıyordu. Tam şu an bizden ulaşmamızı imkansız kılacak kadar yüksekte olan bir oyuğa bakıyorduk, gökyüzüne.

“Gökyüzü.” dedim dolu gözlerle.

“Yağmur.” dedi Nisan aynı halde.

Titreyen ellerimi kaldırıp avuç içlerime düşen yağmur damlalarına baktığımda gökyüzünü görmeyeli ne kadar olmuştu bunu bile bilmiyordum. Bu bir mucizeydi. Yıldızların altındaydık. Yağmurun altında ıslanıyorduk. Gökyüzü yıldızlarla doluydu, belki de gördüğüm en yıldızlı geceydi bu.

“Sizce sesimizi duyurabilir miyiz?” diye sordu Eren, Uraz ve Bulut el fenerlerini yukarı kaldırmış oyuğa bakıyorlardı.

“Orada kimse var mı?” diye seslendi Uraz.

“Sesimizi duyan var mı?” diye devam etti Bulut.

Ben ise kendi içimde gökyüzünü görmenin mutluluğunu yaşıyordum. Geri kalan her şey bir anlığına dikkat radarımdan uçup gitmişti. Yağmuru hissetmek, yıldızları görmek, hepsi özlediğim hislerdi. Bana dans etmeyi hatırlatıyorlardı. Buradan çıkar çıkmaz yapacağım ilk şey kendimi sahneye atmak olacaktı.

“Yıldızlar çok net...” dedi Uraz, “Merkezden çok uzakta olmalıyız. Şehrin içinde olsaydık yıldızlar böyle parlak görünmezdi.” O sırada Eren söze girdi.

“Buradan birilerine sesimizi duyurabileceğimi sanmıyorum. Ama olsun, gökyüzünü görmek bile yeter bize. Bu gece burada ilk kez mutlu uyuyacağım.”

“Ve yarın buradan çıkacağız...” diye tamamladım Eren’in cümlesini.

Umut her yanımızı sarmıştı. Bu karanlık ve soğuk dünya öyle korkunç öyle kasvetliydi ki her birimiz yukarıdaki mutsuz hayatlarımızı bile özlemiştik.

Bir süre orada o oyuğun altında durup öylece gökyüzünü izledik. Yağmurun altında ıslandık, çamurdan arındık, el fenerlerimizi kapatıp yıldızları izledik.

Zaman zaman durup dışarıya seslendik, bizi kimse duymadı. Bizi ne zaman duydular ki zaten? Doğduğum günden beri beni kimse duymadı, dinlemedi. Neler hissettiğimi kimse merak etmedi.

Belki yarım saat, belki bir saat. Herkes tek tek acıkıp ve üşüyüp içeri girerken geriye sadece Uraz ve ben kaldık.

“Yine en sona biz kaldık 889.” dedi Uraz yüzüme bakarken.

Her yanımız sırılsıklamdı ve buna alışmıştık.

“Sanırım başkalarına öncelik vermeyi seviyoruz.” dedim gülümseyerek.

“Belki de.” dedi.

“Ya da baş başa kalmayı seviyoruz...” dedim kendimce espri yaptığımı düşünerek.

“Belki de.” dedi Uraz yine, bu sefer sesi aklının bambaşka yerlere gittiğini özetler gibiydi, sanki heyecanlanmıştı.

“Özlemişim...” diyerek başımı oyuğa çevirdim, “Böyle ilham dolu hissetmeyi, yağmurun altında gökyüzünü izlemeyi, müzik dinleyip yağmurun altında dans etmeyi özlemişim. Sen de özlemiş misin?” Niyetim konuyu değiştirmekti.

Uraz birkaç saniyeliğine gözlerini kapatıp gülümsedi.

“Özlemişim,” dedi, “Yağmurlu gecelerin bana hatırlattığı şeyler seninkilerden farklı tabi... Yağmur altındaki açık hava dövüş derslerim, siyasetçilerin korumalığını yaptığım yağmurlu geceler, abimle kaza yaptığımız o yağmurlu gece...”

Bir süre sessizce yağmuru izledik. Dünyanın en uyumlu ikilisi olacağımız kesindi. (!) Bir şeyler söylemek istiyordum ama cümlelerimi toparlayamıyordum. Uraz da aynı halde gibiydi, sanki kurmak istediği cümleler vardı ama başaramıyordu.

“İçeride...” diye söze girdim çekinerek, “Konuşurken konuşmamız yarım kaldı. Ne diyordun?”

“Doğru, içerideki konuşmamız...” dedi Uraz sanki bu konunun açılmasını bekliyormuş gibi, “Diyordum ki...  Bir anda bir yarışmanın elemelerinde tanışmamız, kendimizi burada bulmamız, başımıza böyle bir kaza gelmesi, seninle burada mahsur kalmamız ve aslında hikayemizin yıllar öncesine, çocukluğumuza dayanıyor olması... Sence bunlar sadece tesadüf mü?” diye sordu bir kez daha.

Ve ben bir kez daha aynı heyecanla cevap vermeye çalıştım Uraz’a.

“Belki de kaderdir...” deyiverdim bir anda.

Bu Uraz’ın beklemediği kadar olumlu bir cevaptı, şaşkınlıkla başını kaldırdı, yüzüme bakarken duyduğu cevaba inanamıyor gibiydi. Tam o sırada dışarıda gök gürledi, şimşek çaktı ve tüm platform bir anlığına aydınlandı ve günler sonra ilk defa Uraz’ı her ayrıntısıyla gördüm. Sırılsıklam saçlarını, yara bere içindeki muhteşem yüzünü en net gördüğüm an bu gecenin bize hediyesiydi resmen. Bizi aydınlatan gökyüzü onun gözlerini bana, benim gözlerimi ona en net şekilde gösterirken tekrar karanlığa teslim olduğumuz sırada Uraz’ın bana doğru bir adım attığını fark ettim.

Günlerden neydi bilmiyordum, tek bildiğim bir günün gecesinin bir vaktinde olduğumuzdu. O an Uraz’a karşı hissettiğim her şeyin zirve yaptığı andı. Sanki kader beni ona bağlıyordu.

Tam o an gökyüzü bir şimşek daha hediye etti bize. Ben onu bir kez daha gördüm, o da beni. Gördüğüm şey heyecanlandırıcıydı, Uraz sadece birkaç santim ötemdeydi. İster istemez kapanan gözlerime rağmen onun bana yaklaştığını hissedebiliyordum.

“Beni öpecek misin?” diye soruverdim bir anda.

Uraz’ın yüzüme çarpan sıcak ve tatlı nefesi bana onun ne kadar yakın olduğunu anlatır nitelikteydi.

“Belki de.” dedi bana.

Kalbim durur gibi oldu, Uraz’ın dudakları dudaklarıma değerken bunun kader olduğunu biliyordum. Sanki Uraz’ın beni öpmesi o kapıya ulaşıp buradan kurtulmaktan bile daha güzeldi.

Dudaklarım Uraz’ın dudaklarının arasında öylece beklerken onun verdiği nefesi içime çekmekle meşguldüm. Elleri yavaş yavaş ıslak saçlarımın arasına girdi. Beni öyle tutkulu öptü ki bacaklarımın güçlerini kaybettiklerini hissettim.

Ellerim güçlü kollarında gezinirken onun kocaman bedeninin bana doğru eğilmiş halde dudaklarımı öpüyor olması içimi titretiyordu. Parmak uçları saçlarımın arasında gezinip saç diplerime değerken mest oluyordum. Uraz dudaklarını dudaklarımdan ayırıp alnını alnıma yasladığında nefes nefeseydi. Ben ise nefes alamıyordum, donup kalmış gibiydim.

“Bana kızdın mı?” diye sordu bir anda, elleri hala saçlarımdaydı. Sesi titriyordu.

“Hayır...” dediğimde gözlerine bakamıyordum.

Uraz’ın alnı hala alnımda, elleri hala ıslak saçlarımın arasındaydı.

“Yarın buradan çıkacağız Kumru. Kapıya ulaşacak ve buradan çıkıp gideceğiz. Oysa burayı hiçbirimiz hayatımız boyunca unutamayacağız. Burası ile ilgili her ayrıntı, her detay hayatımız boyunca aklımızda olacak. Seni burada öpmek istedim çünkü seni öpüşüm hayatın boyunca aklında olsun istedim. Seni burada on sekizinci evin önünde öptüm. Bir gün olur da burayı hatırlarsan, on sekizinci evi ve gökyüzünü günler sonra ilk kez gördüğümüz o geceyi, ‘Uraz beni burada öptü’ de kendi kendine. Bu hep aklında olsun, her saniye.”

“Unutmam mümkün mü?” diye sordum ona titreyen sesimle.

Bir süre orada aynı şekilde durduk, alnım alnındaydı, nefeslerimiz birbirine karışarak düzene girdi, ben onun o benim nefesimi alarak sakinleştik.

“Artık yağmurlu geceler bana dövüş derslerini, korumalık yaptığım saatleri, kaza anımı anımsatmayacak. Aklıma gelen tek şey bu gece olacak Kumru, bu gece seni burada öpüşüm her saniye aklımda olacak...”

Sonra durdu ve cümlesini benim cümlemle tamamladı,

“Unutmam mümkün mü?”

Ona dolu gözlerimle gülümsedim. O kadar ıslanmıştık ki yağmurla bütünleşmiş gibiydik.

“Yarın buradan çıkıyoruz,” dedim ona hayatım boyunca konuştuğum en duygusal sesimle, “Yeni bir hayat bizi bekliyor.” Uraz başını salladı ve saçlarımdan kaydırdığı elleriyle yanaklarımı tuttu.

“Kapıda görüşmek üzere Küçük Kız.” dedi yanaklarımı tutarak yüzümü kendisine çevirerek.

“Kapıda görüşmek üzere Büyük Çocuk.” dedim ona gülümseyerek.

Hayatımın en güzel gecesiydi bu. Burada onunla birlikte gökyüzünü izlemiştik, yağmurda ıslanmış ve gök tarafından aydınlatılmıştık. Uraz beni burada öpmüştü, on sekizinci evin önünde. Yan yana odalarda uyuyacağımız son geceydi bu. Üzerimi değiştirmek için odama ulaşır ulaşmaz odamdaki çalışma masasının üzerindeki defterden bir sayfa kopardım.

Kağıdın üstüne aynen şöyle yazdım.

“Tarih : Kurtuluştan Bir Gece Önce.

Yer : On Sekizinci Ev.”

Ve sonra buraya girmeden önce hiç aksatmadan her gün yaptığım gibi bir başkasının ağzından bugün nasıl hissettiğimi yazdım.

“Kumru bugün mutlu. Her zamankinden çok.”

Kağıdı katladım ve yarın giyeceğim pantolonumun cebine sıkıştırdım. Çıkıp salona geçecek ve diğerleriyle bir şeyler atıştıracaktım ama önce sandalyemde oturup bir süre dışarıdaki zifiri karanlığı izledim, bu sessizliği hatırlamaya ihtiyacım vardı. Bu gece buradaki son gecemizdi. Bu gece burada son kez kesintili, huzursuz uyuyacaktım. Bir sonraki uykum ise derin, upuzun bir uyku olacaktı...

Upuzun.