17.Bölüm : Çukurdaki Kız.

Beyza Alkoç
0

17.Bölüm : Çukurdaki Kız.

"Eğer korkudan arınırsanız,

cehennemi yaşayan binlerce insanın arasında

cenneti yaşayan olursunuz."

(Don Miguel Ruiz)

(Yazarın Anlatımıyla)

(7 Ekim, 2007)

Yağmurlu bir kış günüydü. Küçük Kumru 7 Ekim tarihine girdiklerini fark ettiği andan beri heyecanlıydı. Binada duyduğu her kapı sesi, merdivenlerde duyduğu her ayak sesi onu hareketlendiriyordu. Bugün onun doğum günüydü. Annesi ve babası evlerine çok yakın çalıştıkları için sık sık eve gidip geliyorlardı. Kumru altı yaşında olmasına rağmen anne ve babası için bu evde tek kalmasına yetecek bir yaştı. Altı yaşında olmasına rağmen bütün bir günü evde tek başına geçirebiliyor ve bundan üzüntü bile duymuyordu. Yeri geldiğinde anne ve babasının gecikeceklerini anlayarak yatağına yatıyor ve akşam uykusuna bile kocaman bir evde tek başına dalabiliyordu Kumru.

Oysa bugün onun doğum günüydü. Bugün olmazdı. Bugün tek başına uyuyamazdı.

Bütün gün heyecanla bekledi. Resim çizdi, kendisine hazırladığı yamuk yumuk sandviçlerden yedi, doğum günü olduğu için o kadar heyecanlıydı ki sık sık yanakları kızarıyordu ve sık sık yüzünü yıkayarak bu kızarıklıktan kurtulmaya çalışıyordu. Saatler bir bir geçiyordu, televizyon kanalları bir bir değişiyor ve boyanan resim defteri sayfaları teker teker çevriliyordu. Güneş batmış, akşam olmuştu. Bir ara koltukta uyuyakalmıştı Kumru. Sonra duyduğu bir korna sesiyle gözlerini açtı Kumru. Ses dışarıdan geliyordu. Koşa koşa pencereye gitti, oysa bu öylesine geçip giden sıradan bir yabancının arabasının kornasıydı. Kumru hüzünle içeri döndü, başı televizyonun yanında duran masa saatine çevrildi.

“23.54.” dedi kendi kendine, dudakları titriyordu.

Saat 23.54’tü. Doğum gününün bitmesine sadece altı dakika kalmıştı. Karanlık sokak bomboştu, bu gece onunla olan tek şey yağmur damlalarıydı. Biraz daha beklemeye karar verdi, belki annesi ve babası bir son dakika sürprizi yapacaktı, kim bilir?

Dakikaları izledi. Her geçen dakikada kalbi acıyordu. Gözleri dolu dolu son kez saate baktı.

“23.59.” dedi kendi kendine. Sonra gözlerini kapattı ve beklemeye başladı. Bekledi, bekledi, bekledi. Gözlerini açtı.

“00.05.”i gösteriyordu masa saati. Kumru’nun gözlerinden birer damla yaş aktı ama bunu umursamadı bile. Gururlu bir çocuk gibi kalktı, masada duran süt bardağını alıp mutfağa götürdü. Gözlerinde yaşlarla bardağı elinde yıkadı ve odasına doğru ilerledi. Üzerindeki mavi elbiseyi çıkarıp morlu beyazlı pijamalarını giydi. Bunları yaparken bile gözleri yaşlıydı. Yine de gururla yatağına girdi, uzandı ve yorganı üzerine çekti.

“Hoş geldin 6.” dedi kendi kendime. Kumru artık altı yaşındaydı. Yapayalnız ve altı.

O gece bir şeyler fark eder gibi oldu ama konduramadı. Sonra uzun uzun düşündü, annesi ve babası onu sevmiyor olabilir miydi? O düşünürken evin kapısı açıldı ve istemsizce bir kez daha heyecanlandı Kumru. Bir kez daha umutlandı. Belki geç kalmışlardı ama doğum gününü kutlarlardı. Aynen böyle düşünüyordu, oysa öyle olmadı. Anne ve babası Kumru’nun yanına bile uğramadan doğrudan odalarına geçip tüm ışıkları kapattılar ve evi yine zifiri bir sessizlik esir aldı. Kumru’nun dudakları bir kez daha titremeye başladı, gözlerinden akan yaşları durdurmaya çalışarak ellerini gözlerine bastırdı. Sonra yorganı kafasını bile kapacak kadar çok çekti ve gözlerini yorganın altındaki karanlığa açtı. Sonra hep böyle uyudu Kumru, yıllar boyunca hep o yorganın altında uyudu. Sanki bir enkaz altındaydı ve bu enkaz onun hayatıydı. Her sabah o yorganın altından çıkışı sanki bir enkazın altından çıkış provasıydı...

(Kumru’nun Anlatımıyla)

Gözlerimi karşımdaki bir çift göze açtığımda başımdaki ağrının gözlerimi kıpırdatmamı bile zorlaştırdığının farkındaydım, oysa karşımdaki koyu gözler bana öyle güç verici bakıyordu ki kalbimin atışının hızlandığını hissettim. Uraz uyanmıştı, öylece uzanmış beni izliyordu. Hala yan yanaydık, hala beraber yatıyorduk. Her nasıl oldu bilmiyordum fakat ona o kadar yaklaşmıştım ki sağ elim çıplak göğsünün üzerinde duruyordu. İrkilerek kendimi geri çektim. Yüzümün al al olduğuna emindim, Uraz’ım belli belirsiz güldüğünü fark ettim. Hala halsizdi ama artık daha iyiydi. Böyle bakabiliyor olmasına minnettar olmalıydım, dün berbat bir haldeydi.

“Günaydın.” dedi, sesi boğuk geliyordu, fazlasıyla üşütmüştü.

“Günaydın,” diyerek aceleyle doğruldum. Yanına oturup ona baktım, “İyi misin? Daha iyi görünüyorsun, sadece sesin kötü gibi.”

“Daha iyiyim.” dedi kısaca, “Dün için üzgünüm. Seni... sizi korkutmuş olmalıyım.”

“Sorun değil. İyi olman yeterli bir özür şekli.” diyerek ayağa kalktım.

Etrafımızdaki çoğu el fenerinin pili bitmişti, mumların tamamı sönmüştü. Geriye kalan birkaç el feneri bizi aydınlatan tek kaynaklardı. İçerisi düne göre daha soğuktu, yukarıda zorlu bir kış yaşanıyor olmalıydı.

“Acıktın mı?” diye sordum,

“Üşüdün mü?” dedi Uraz benim sorum ile aynı anda.

“Biraz. Gidip üzerime bir şeyler daha giyeceğim... Sana da getireyim mi? Çıplaksın da...” diye mırıldandım gözlerimi kaçırarak.

“Ben gider giyerim. Sen gidip bir an önce ısın. Beni düşünme.” dedi Uraz yattığı yerden doğrulurken. O çarşafın altında otururken ben arkamı döndüm ve koridora doğru yürümeye başladım.

“Mutfakta görüşürüz.” diye seslendi arkamdan.

“Görüşürüz.” diyerek odama girdim. Önce odamı içerideki el fenerleri ve mumlarla aydınlatabildiğim kadar aydınlattım. Sonra tuvalete girdim ve ısınmayan suya rağmen hızlı bir duş aldım. Kendime gelmeliydim, bir an önce kapıya ulaşmalıydık çünkü içinde bulunduğumuz durum giderek kötüleşiyordu.

Duştan çıktıktan sonra üzerime kat kat kıyafetler giyip saçlarımı olabildiğince kuruttuktan sonra çantamı da hazırlayıp odamdan çıktım. İçeriden diğerlerinin sesleri geliyordu. Hepsi çoktan mutfağa ulaşmış olmalıydı. Salona adım attığımda içeriyi yeni el fenerleri ve mumlarla tekrar aydınlattıklarını gördüm.

“Günaydın Kumruş!” dedi Nisan her zamanki enerjisini korumaya çalışarak, oysa gözlerinde o enerjiden eser yoktu. Eren ve Bulut ile mutfak tezgahında bazı hazırlıklar yapıyorlardı.

“Günaydın, ne yapıyoruz?” diye sordum çantamı koltuğa bırakırken.

“Sürpriz!” dedi Eren, “Bir Eren Aymaz sürprizi, otur ve bekle.”

Kaşlarımı çatarak gülümsedim, zaten olduğum yerden mutfak tezgahını görmem çok da mümkün değildi, birbirimizi zor görüyorduk. Sözlerini dinleyip koltuğa oturdum ve beklemeye başladım. O sırada Uraz odasından çıkmış hazırlanmış bir halde salona doğru gelirken gözlerimi ona çevirdim. Her zamankinden iyi görünüyordu, dün yaşadıklarını ben yaşasam bir yıl komadan çıkamazdım.

“Günaydın,” dedi çantasını yemek masasının sandalyelerinden birine bırakırken.

“Günaydın Uraz!” diye seslendi Nisan,

“Günaydın, iyi miyiz?” diye sordu Eren Nisan ile art arda.

“Günaydın.” dedi Bulut sessizce.

“İyiyim, dün için teşekkür ederim...” dedi ve ekledi Uraz, “Hepinize.”

Başımı ona doğru çevirdim ve gözlerini görmeye çalıştım. Uraz çantasını bıraktıktan sonra yanıma geldi ve koltuğun diğer köşesine oturdu. Mutfak tezgahının biraz ilerisinde oturmuş diğerlerini izliyor ve sessizlik içinde bekliyorduk.

“Anlatsana.” dedi Eren mutfak tezgahından bize seslenerek, “Dün neler oldu?”

Bu sorunun cevabını öğrenmek için kıvranıyordum ama bunu soran olmak istemiyordum. Her ne kadar onun için endişelensem de bana söz verip gittiği için ona hala kızgındım.

“Sizden ayrıldıktan sonra olabildiğince hızlı olmaya çalıştım.” diye söze girdi Uraz, “Hiç dinlenmedim, hiç durmadım.”

“Nasıl yani? Hiç mi?” diye sordu Nisan şaşkınlıkla.

“Hiç. Atıştırmalıklar dışında bir şey yemedim.”

“Ama her evin duvarına yazı yazmışsın?” diye sordu Bulut merakla.

“Evlere uğrama sebebim beni merak ederseniz diye size iyi olduğumu bir şekilde anlatmaktı... Size mesaj bırakmak içindi.” dediği sırada başını çevirip bana baktı. Bense ona değil, yere bakıyordum.

“Sonra ne olduğunu hatırlamıyorum bile. Uykusuzluk, yorgunluk ve soğuk... Tek hatırladığım birkaç dakikalığına duvara yaslanmak ve oturmak istediğimdi. Gerisini biliyorsunuz zaten.” diye devam etti Uraz ağır ağır. Derin bir nefes aldım. Kendini bu kadar yorması için aptal olması gerekirdi.

“Peki şimdiki planımız ne?” diye sordu Eren, “Ne yapacağımızı konuşmadık.”

O sırada Eren, Bulut ve Nisan hala mutfak tezgahındaki hazırlıklarına devam ediyorlardı. Uraz kısa bir öksürükten sonra konuşmaya başladı.

“On beşinci evdeyiz.” dedi, “Hesabımıza göre kapı yirminci ya da yirmi birinci evden sonra karşımıza çıkacak. Bu durumda evlerin arasında on beşer kilometre olduğuna göre kapıya en iyi ihtimalle 75 en kötü ihtimalle 90 kilometrelik bir yolumuz kalmış oluyor.”

“Bunu da tek seferde yürüyelim demezsin herhalde.” dedi Bulut.

“Sizi için denedim.” dedi Uraz gülümseyerek, “Olmuyormuş.”

Bu bir nevi “Ben yapamadıysam siz hiç yapamazsınız.” demek gibiydi. Haklıydı, kondisyonu hepimizden iyiydi, o yapamadıysa biz asla yapamazdık.

“İkiye böleceğiz.” dedim.

“İki de çok.” diye söze girdi Eren, “Bu tek seferde otuz beş kilometreden fazla yol gitmek demek. Dışarısı yürünmez halde.”

“İşte o yüzden ikiye böleceğiz.” diye söze girdi Uraz, “Eğer üçe bölersek üçüncü yolculuğa çıktığımızda dışarıda yürümemiz gerçekten imkansız olabilir. İşi şansa bırakamayız.”

“Haklılar.” dedi Bulut, “Buradan ne kadar geç çıkarsak her birimiz sağlığımızı o kadar kaybedeceğiz. Bu sabah uyandığımda burnumdan kan geldiğini fark ettim.” deyince kaşlarımı çatarak ona döndüm.

“Ne? Kan mı?” diye sordu Nisan telaşla, “Neden?”

Bulut anlattığı sırada pür dikkat onu dinliyorduk.

“Bilmiyorum. Sebebi her şey olabilir. Fizyolojikten tutun psikolojiğe kadar her şey olabilir. Fakat en potansiyel sebep buranın havasıymış gibi görünüyor. İşte bu yüzden buradan en hızlı şekilde çıkmak zorundayız.” derken başımı Uraz’a çevirdim. Bulut’a endişeyle bakıyordu. İkisinin arasındaki buzların erimeye başladığını hissedebiliyordum.

“Öyleyse planımız belli. On beşinci evdeyiz. Yola çıkıp on altıyı ve on yediyi geçip on sekizde dinleneceğiz. Daha sonra yola çıktığımızda ise on dokuzu ve yirmiyi geçeceğiz, bir sonraki duruşumuz umuyorum ki bahsettikleri kapıda olacak.” dedi ve kendinden emin bir sesle ekledi Uraz, “Yani burada son bir kez daha uyuyacağız. Sonra dışarıdayız.”

Kurduğu cümleye o kadar inanmak istiyordum ki gözlerim dolu dolu pencerenin dışındaki karanlığı izliyordum.

“Yani eve gidiyoruz, öyle mi?” diye sordu Eren coşkuyla.

“Evi olanlar eve gidiyor, evet...” diye mırıldandım hüzünle.

Ardımda bir ev yoktu. Beni arayan, beni bulmak isteyen bir ailem olduğuna inanmıyordum. Yukarıda beni özleyen, yokluğumu fark eden birileri yoktu. Bana kollarını açacak ve sarıp sarmalayacak kimsem yoktu.

“Yukarıda yalnız olmayacaksın, bunu biliyorsun değil mi?” diye sordu Uraz sessizce.

Cevap vermedim. Ağlamamak için ağzımı açmamaya kararlıydım.

“Ailemin evine dönmeyeceğimi biliyorsun, bizim de birlikte bir evimiz olur belki!” diye seslendi Nisan, “Maddi meseleleri takma, bolca limitli kredi kartlarım var. Kimseye ihtiyacımız yok!”

“Kredi kartlarının borçlarını kim ödüyor peki?” diye sordu Eren.

“Babam...” diye yanıtladı Nisan kafası karışarak. Sessizce güldüm.

“Yani birilerine ihtiyacımız varmış.” diye mırıldandım gülümseyerek.

Herkes sessizce gülerken gerçekler Nisan’ın kafasında ilk kez belirmiş olmalıydı ki düşünmeye başlamıştı. Kredi kartlarını kendi kendine ödenen sonsuz birer kaynak olarak görüyordu sanırım.

“İtiraf et, onları babanın ödediğini bile unutmuştun değil mi?” diye sordu Eren gülerek.

“Dalga geçmeyin ya.” dedi Nisan, “Ne bileyim ben. Unutmuşum.

“Kim ödüyor sanıyordun? Kredi Kartı Perileri mi?” dedi Eren gülerek.

“Kızın üstüne gitmeyin, olur böyle şeyler!” dedim gülümseyerek, “Eren, buradan çıkar çıkmaz hastaneye anneni ziyarete gidelim. Unutturma.” diye devam ettim.

“Tabi ki, ilk işimiz o olacak!” dedi Eren varmak istediğim espriyi anlayarak.

“Ne için?” diye sordu Nisan, “Annenin neyi var ki?” derken Eren cevap verdi,

“Sütlaç hastası. Bir ziyarete gideriz artık!”

Eren kahkahalarla gülerken onları sırıtarak izliyordum. Nisan dirseğiyle Eren’in koluna vurdu. Onlar kendi aralarında gülmeye devam ederken Uraz bir yandan gülüyor bir yandan öksürüyordu.

“Nesin sen?” diye sordu Nisan bozularak, “Mizah profesörü mü?”

Onlar kendi aralarında konuşmaya devam ederlerken Uraz öne doğru eğilip dirseklerini bacaklarına dayadı. Aramızdaki boy farkı sebebiyle otururken bile ancak bu şekilde benimle aynı hizada durabiliyordu.

“Birbirlerinden hoşlanıyorlar.” diye mırıldandı Uraz sessizce.

“Kim?” diye sordum bir anlık dalgınlıkla. Uraz sessizce öksürdü ve cevapladı.

“Eren ve Nisan. Bakışları, gülüşleri... Sanki birbirleri için yaratılmış gibiler. Kader böyle bir şey galiba,” dedi ve gözlerini gözlerime çevirerek devam etti en derin ses tonuyla, “Yıllarca yaşa, aşk nedir bilme. Büyük bir kaza ile yeraltında mahsur kal ve aşkı bul. Ne garip...”

Gözleri gözlerime öyle derin bakıyordu ki bunu Eren ve Nisan için söylediğinden emin olamıyordum.

“Gerçekten aşk nedir bilmiyor musun Uraz?” diye sordum sessizce, yüzümde inanmamış bir ifadeyle, “Hiç mi aşık olmadın?”

Uraz gülümsedi.

“Çocukluk aşkımı saymazsak.” dedi gözleri beklentiyle gözlerime bakarken. Beklentisi neydi bilmiyordum ama söylediği şey onu kıskanmama sebep olmuştu. Belki de beklentisi tamamen buydu. Yutkundum ve gözlerimi kaçırdım.

“Ne güzel,” dedim, “Belki de buradan çıkınca çocukluk aşkını bulur ve hayatına onunla devam edersin.”

Uraz gülümsedi.

“Neydi şimdi bu?” diye sordu.

“Tavsiye.”

“Ne zamandan beri aşk tavsiyeleri veriyorsun?”

“Şu andan beri. Madem hala unutamadın, bence şansını denemelisin. Çocukluk aşkın sonuçta...” Sesim öfkeli mi çıkıyordu yoksa bana mı öyle geliyordu?

“Altı yaşındaydım, Kumru. Sadece altı.” Çok iyi, detay vermeye de başlamıştı.

“Anlatmak ister misin?” diye sordum, “Seve seve dinlerim.” Uraz beklemediğim şekilde başını salladı.

“Çocukluk aşkım ile hikayemi dinlemek için bu kadar isteklisin madem... O zaman anlatayım.”

“Anlat anlat,” dedim, “Seve seve dinlerim.”

Gözlerim pek de seve seve dinleyecek gibi bakmıyordu. Uraz ise bu durumdan eğleniyor gibiydi. Başını bana doğru çevirip anlatmaya başladı.

“Onu sadece bir kez gördüm. Koyu kısa saçları vardı. Küçükçekmece Gölü’nün kenarındaydık. Abim balık tutarken ben uçurtma uçuruyordum. O ise birkaç akrabası ile pikniğe gelmiş olmalıydı.”

Uraz bunları anlatırken kaşlarımı çattım. Küçükçekmece Gölü, piknik... Bu hikaye garip bir şekilde tanıdık geliyordu. Pür dikkat ve şüpheyle Uraz’ı dinlemeye devam ettim.

“Şaka yapıyorum,” dedi, “Bu kadar yeterli. Sana çocukluk aşkımı anlatacak değilim.” Birden elimi koluna dokundurdum.

“Neden anlatmayasın ki? Hayır, hayır. Anlat lütfen.”

“Sen ciddi misin?” diye sordu, bu sefer o bozulmuş gibiydi.

“Evet, anlat lütfen.” dedim ısrarla. Uraz bozularak önüne döndü ve konuşmaya devam etti.

“Bir ara ben uçurtmamı uçururken o da kendi kendine koşturuyordu. Yanında kardeşleri olmalıydı, birkaç küçük çocuk. Belki arkadaşları, belki kuzenleri. Sonra bir ara onlardan uzaklaştı, ben onu izlerken piknik alanının içinde küçük bir çukura düştü. Endişeyle ona doğru koştum. Oysa oynadığı çocuklar da ailesi de onu fark etmemişti.”

Uraz’ı dinlerken söyledikleri beni giderek daha büyük şoka sokuyordu. Onu ağzım açık bir halde dinliyordum.

“Çukura ulaştığımda minik elleriyle tırmanarak oradan çıkmaya çalışıyordu. Çok ufak tefekti, üzerinde mor bir elbise vardı ve elbisesi bile çamur içindeydi. Kayıp duruyordu. Çukurun başına geldiğimde ona ailesine haber vereceğimi söyledim. O ise bunu istemedi, kuzenlerinin onunla dalga geçeceğinden korktu. Bana ‘Kendim çıkarım,’ dedi ama bu mümkün değildi. Öyle inatçıydı ki çabalıyordu, ona yardımcı olmaya çalışsam da altı yaşındaydım, onu oradan çıkarmam imkansızdı. Doğrulup abime seslendim. Abim sesimdeki endişeyi fark edip oltayı bile denize atıp koşarak yanımıza geldi. Sonra kızı oradan çıkardık. Onu bir daha hiç görmedim ama inatçılığı, cesareti, çamura bulanmış mor elbisesi ve kısacık koyu saçlarıyla o küçük kızı uzun yıllar boyunca hiç unutamadım.”

“Peki...” dedim tereddütle, “Sana... giderken... bir şey dedi mi?”

Uraz başını salladı. O an aklına gelmiş gibi gülümsedi.

“Ben ona, ‘Dikkatli ol Küçük Kız.’ dedim, o da bana söylediğime misilleme yapar gibi son kez baktı ve...” derken Uraz’ın cümlesini ben tamamladım.

“Teşekkür ederim Büyük Çocuk.” dedim sessizce.

Uraz bana kaşları çatılı ve şok içinde dönerken gözlerim çoktan dolmuştu. Böyle bir tesadüf bu dünyada mümkün olmaz sanırdım, tesadüflere inanmazdım. Oysa bu inanılması güç bir tesadüftü.

“Ne demek bu?” dedi Uraz şaşkınlıkla, “Sen bu cümleyi nereden biliyorsun?”

“Senin...” dedim tereddütle, “Senin çocukluk aşkın benim Uraz.”

“Ne?” dedi Uraz bir kez daha şok içinde. Şaşkınlıkla gülümsedim.

“Böyle bir tesadüf yaşadığımıza inanamıyorum ama o çukurdaki kız, ailesinden yardım istememeye inat eden o küçük kız benim. Küçükçekmece Gölü evime çok yakındı. Oraya hep teyzemler ve kuzenlerimle pikniğe giderdik.”

“Çukurdaki kız sen miydin?” diye sordu Uraz bir kez daha aynı şaşkınlıkla, inanamıyordu.

“Bendim.” dedim dolu gözlerle.

Uraz’ın gözleri üzerimde bir hazine bulmuşçasına hayretler içinde ve heyecanla dolaşırken ne hissedeceğimi bilemiyordum.

Uraz’ın çocukluk aşkı bendim.

Bir kez gördüğü, yıllarca unutamadığı o küçük kız bendim. Demek ki Uraz’ın abisi Araz ile tanışmıştım, o çukurdan onlar sayesinde kurtulmuştum. Bu akıl almaz bir tesadüftü.

“İnanamıyorum...” dedi Uraz. Bir süre bu olayın şaşkınlığıyla sessiz kaldıktan sonra gülümsedi ve konuşmaya başladı,

“Seni çamura bulanmamış bir halde göremeyeceğim sanırım. Çocukluğunda bile seni gördüğüm tek yer bir çukurun içi.”

Ona gülümsediğim sırada Eren ve Nisan’ın ellerindeki tepsiyle bize doğru geldiklerini gördüm. Araya onların girmesi ile Uraz ile konuşmamız yarım kaldı. Biliyordum ki bu konuşmaya daha sonra devam edecektik. Eren ve Nisan’ın karanlıkta neyle geldiklerini seçmek zor olsa da ellerindeki tepside duran bardaklar Starbucks’ın karton bardaklarının aynısıydı.

“Bunlar da ne?” diye sordum merakla.

“Yol için sandviçler ve kahvelerimiz. Erenbucks sunar!”

Eren bize birer bardak uzattığı an bardakların üzerinde duran şekilleri onların çizdiğini ve her birine “ERENBUCKS” yazdıklarını gördüm. Ufak bir kahkaha attığımda bu durumun ortasında enerjilerini ve motivasyonlarını nasıl bu seviyede tuttuklarını merak ediyordum. Bu kimin aklına gelirdi ki?

“Gerçekten ERENBUCKS yazmış olmanıza inanamıyorum!” dedim ufak bir kahkahayla.

“Suyu nasıl ısıttınız?” diye sordu Uraz hayretle.

“İnanamayacaksınız ama mumla.” diye açıkladı Nisan.

“Fondü gibi düşünün.” diye ekledi Eren.

“Yolda yürürken biraz daha normal hissedelim diye, eski hayatlarımıza yaklaştığımızı anlayalım diye...” dedi Bulut.

“O zaman kahvemi kapıya gidişimize kaldırıyorum.” dedi Eren gülerek, “Hazırsak yola çıkalım!”

Hep birlikte gülerek kahve bardaklarımızı kaldırdık ve her zamankinden daha umutlu bir şekilde evin kapısına yöneldik. Diğerleri önden giderken Uraz ve ben arkalarından ilerliyorduk.

“Bu kapıdan çıkmak o çukurdan çıkmak kadar kolay olacak mı dersin?” diye sordum kahvelerimizi yudumlarken.

“Kimsenin seni ellerinden tutup çekmesine bile gerek kalmayacak. O kapıdan kendin çıkacaksın Küçük Kız. İnan bana.”

Gözlerim duygulanarak Uraz’a çevrildi. O an dün gibi aklımdaydı ve karşımdakinin o çocuk olduğuna inanamıyordum.

“Teşekkür ederim, Büyük Çocuk.” dedim ona gülümseyerek.

Kendimi hatırlamakta hiç zorlanmıyordum. Kısacık saçlarım ve uçuşan elbiselerim, her zaman yaralı dizlerim ve kirli üst başımla ben hep aynı çocuktum. Hiç değişmeyen, her günü aynı olan, mutsuz bir hayat yaşayan mutlu bir çocuktum. Beni o çukurdan Araz Kayalar çıkarmıştı, Uraz’ın abisi. Küçük ellerim Uraz’ın abisinin ellerini tutarken onun ellerine bulaştırdığım çamur umrunda bile olmamıştı.

Yağmurluklarımız üzerimizde, şemsiyelerimiz ellerimizde ve sıra kapıdaydı.

Önümüzde geçilmesi gereken sadece beş ev vardı.

Sonrası kurtuluştu.