16.Bölüm : On Beşinci Ev.

Beyza Alkoç
0

16.Bölüm : On Beşinci Ev.

(Yazarın Anlatımıyla)

Gök gürültülerinin altında karşı karşıya durmuş iki adam birbirlerine bakıyorlardı. Araz Kayalar ve Murat Sonat. Hayatın bir araya getirdiği bu iki ruhtan ikisi de en sevdiklerinin kaybını çözmeye çalıştıkları için buradaydı.  İstanbul gri bir sabaha hazırlanıyordu, hava olabildiğince soğuktu. Araz’ın damar yolu açmaktan delik deşik olmuş elleri Murat’ın getirdiği kağıdı tutuyordu.

“Ben iki gündür buradayım,” dedi Murat, “Gelen giden yok. Burası komple kapalı. Karakola gittim, araştırıyorlar ama hiçbir şey çıkmadı. Bu binaya geldiğini biliyorlar, her nasılsa kamera kayıtlarına ulaşamadılar. Burayla ilgisi olan kimseye ulaşamadılar. Ne yapacağımı şaşırdım, o kadar çaresiz kaldım ki iki gündür burada bekliyorum. Kumru’nun annesi hiç iyi değil, ne uyku uyuyor, ne yemek yiyor.”

Bildiği her şeyi bir çırpıda anlatan Murat Sonat içinin ürpermesiyle titrediğini hissetti, yağmur şiddetini giderek arttırırken şehir fırtınaya teslim oluyor gibiydi.

“Bu merkezin kime ait olduğunu öğrenemediler mi?” diye sordu Araz merakla.

“Öğrenemediler...”

“Ya da öğrendiler ama size açıklamak yerine saklamayı tercih ettiler.” dedi Araz şüpheyle. Artan rüzgar birbirlerini duymalarını bile zorlaştırırken Murat başıyla arabasını gösterdi.

“Gelin, bir yere gidip çay kahve içelim... Bu havada burada durmayalım.”

Araz endişeyle arkalarında kalan bu binaya son kez baktıktan sonra Murat ile birlikte arabaya doğru yürüdü. Murat sürücü koltuğuna, Araz yanına geçerken telefonunun titrediğini fark etti. Koltuğa otururken bir yandan cebinden telefonunu çıkarmış ekranına bakıyordu. Gelen mesaj doktor Beste’dendi. Kaşlarını çatarak ekrana baktı. Hava aydınlanmamıştı bile.

“Araz Bey merhaba, bu saatte yazdığım için kusura bakmayın. Ben nöbetteyim, sizin de uyuyor olduğunuzu tahmin ederek sabah göreceğinizi umarak yazıyorum. Durumunuz nasıl? Lütfen arada beni haberdar edin, çıkmanıza izin verdim ama başınıza gelebilecek her şeyden ben sorumluyum. Bunu unutmayın. Bu akşam sizi kontrol etmek istiyorum, haberlerinizi bekliyorum.”

Araz derin bir nefes aldı, kadın haklıydı, çıkmasına izin vermişti ama başına gelecek her şeyden o sorumlu tutulacaktı. Murat arabayı çalıştırıp yola çıkarken Araz Beste’ye cevap yazıyordu.

“Beste Hanım merhaba, durumum gayet iyi.” Bu mesajı yazarken belinde hissettiği bıçak saplanmasına benzeyen ağrı umrunda değildi. Sonra ikinci bir mesaj yazdı,

“Bugün kaçta hastaneye gelmem gerekiyor?”

Beste hemen mesaj sayfasında çevrimiçi oldu ve Araz’a cevap yazmaya başladı. Araz ekrana bakarken uyumaya ihtiyacı olduğunu hissediyordu. Gözleri yavaş yavaş kapanırken gelen mesaj sesiyle kendine geldi.

“Siz evden çıkmayın Araz Bey, yatıp dinlenmeniz gerekiyor. Mümkün olduğunca ayağa bile kalkmayın lütfen. Adresinizi verin, ben biyolog bir arkadaşımla gelir sizin muayenizi yaparım. Biyolog arkadaşım da kan örneklerinizi alır.”

Araz mesajı okuduğu an gözlerini devirdi, Beste evde bile ayağa kalkmamasını söylerken Araz’ın içinde olduğunu durumu görse fenalaşırdı herhalde. Araz burnunu çekip cevap yazdı.

“Merak etmeyin Beste Hanım, hiç ayağa kalkmıyorum.” yazdı gözlerini devirerek.

“Merak ettiğim bir şey var... Benimle neden bu kadar ilgileniyorsunuz? Her hastanızla mı böyle ilgilisiniz?” diye yazdı ve ikinci bir mesaj gönderdi.

Beste’nin cevabı anında geldi.

“Bunun için özel sağlık sigortanıza teşekkür etmelisiniz Araz Bey, evde tedaviyi bile kapsayan bir sigortanız var. Kardeşinizin durumunu bildiğim için sizi zorla hastane odasında tutmak istemedim, evde ailenizle olmanızın size daha iyi geleceğini düşündüm. Fakat evde de olsa muayene olmanız gerekiyor ve sigortanız bunu kapsıyor.”

Araz aile kelimesini gördüğü an içinde hissettiği sızıyla gözlerini kapattı. Konuşmayı uzatmak bile istemiyordu, bu kadarla kalması yeterliydi.

“Teşekkürler Beste Hanım. Size gün içinde adresimi gönderirim, akşam görüşmek üzere.”

Telefonunun ekranını kapattı ve cebine koydu. Boğazını temizleyip Murat’a döndü. Murat ise az önce çıktıkları kültür merkezinin yakınındaki bir kafenin önüne arabasını park etmekle meşguldü. Birlikte arabadan indikten sonra hemen önlerinde duran kafeye girdiler. Gün hala aydınlanmamıştı, belli ki o gün kafenin ilk müşterisi onlardı.

“Merhaba, hoş geldiniz,” diyerek yanlarına uğradı genç erkek bir garson, “Ne alırsınız?”

“Ben kahve alacağım.” dedi Araz.

“Ben de kahve alayım. Kendime gelmem lazım. Bir şey yemez misiniz?” diye sordu Murat Araz’a dönerek, “Çok halsiz görünüyorsunuz.”

Haklıydı, yemesi lazımdı. Bağışıklığını toparlamazsa kardeşini bulana kadar bir yerde yığılır kalırdı. Murat da aynı haldeydi. İkisi de oldukça yorgun ve uykusuz görünüyordu.

“Size birer kahvaltı tabağı getireyim mi?” diye sordu garson.

“Olur,” dedi Araz.

“Tamam, bana da uyar o halde.” Garson yanlarından ayrılırken Murat Araz’a döndü, “İki sabahtır buraya geliyorum. Geceyi orada geçirdikten sonra kahvaltımı burada yapıp oraya dönüyorum.”

Araz karşısındaki adamın haline çok üzülmüştü. Fakat bu üzüntüsünden öte kafasının içi karmakarışıktı. Neyin içine düştüklerini anlamakta zorlanıyordu. Komadan uyanıp bir anda kendini kardeşinin ortada olmadığı bir dünyada bulmuştu. İpuçlarının onu getirdiği bu noktada ise Murat ile tanışmış ve onun da kızının kayıp olduğunu öğrenmişti. Aynı şekilde, aynı mesajlarla ve aynı adresle... Aklından geçenler giderek daha korkunç bir hale bürünürken önüne gelen kahvesinden bir yudum aldı.

“Kumru kaç yaşında?” diye sordu Araz.

“19...” diye cevapladı Murat, “Sizin kardeşiniz... Kaç yaşındaydı?”

“20.” dedi Araz acı içinde yutkunurken. Sonra merakla sordu, “Yanlış anlamazsanız, Kumru’nun evden çıkıp gittiğini fark etmediniz mi? Yani size haber vermeden mi çıkıp bir yarışmaya katılmaya gitti?” diye sordu Araz merakla. Murat mahcup bir ifadeyle bakışlarını kaçırdı.

“Pek ilgili ebeveynler olduğumuzu söyleyemem. Annesiyle boşanma aşamasındayız, ben evi terk ettikten sonra annesiyle tartışmışlar ve teyzesine gitmiş. Sonra ne oldu ne bitti bilmiyorum, buradayız işte.” diye açıkladı Murat başını öne eğerek.

“Anlıyorum. Şimdi aynı soruyu bana sormak istiyorsunuzdur muhtemelen...” dedi Araz anlayışla. Murat ise hiç sesini çıkarmadı, Araz konuşmaya devam etti.

“Ben ve kardeşim Uraz, anne ve babamızı bir trafik kazasında kaybettik.” diye söze girdi Araz.

“Başınız sağ olsun. Çok üzüldüm.”

“Sağ olun... Uraz o zamanlar bebekti. Ondan sonra hayatımı ona adadım, onu korumak tek hedefim oldu hep... Onun için bir abiden öte olmaya çalıştım, hem annesi hem babası olmaya çalıştım. Birlikte büyüdük, birlikte öğrendik hayatı. Fakat kader bizi yıllar sonra aynı duruma sürükledi, Uraz ve ben bir trafik kazası daha yaşadık. Arabada sadece ben ve o vardık. Onu korumak isterken kendime normalde alacağımdan çok daha büyük bir zarar vermişim, uzun süre komada kalmışım. Komadan çıktığımda ise Uraz’ın ortada olmadığını öğrendim. Deliye döndüm tabi. Hastaneden taburcu olup eve geldiğimde bu mesajları Uraz’ın bilgisayarında buldum ve doğrudan buraya geldim. Benim hikayem sizinkinden daha karışık, değil mi?”

Araz’ın konuşması bitince Murat’la göz göze geldiler, gözlerindeki korku ortaktı. İkisi de artık bunun organize bir kaçırılma olduğunu düşünüyordu, ikisi de bunun Kumru ve Uraz’la sınırlı olmadığını, dahasının da olduğunu düşünüyordu. Durum giderek karmaşıklaşırken tek umutları eğer dahası varsa bir an önce onların aileleriyle de bir araya gelebilmekti. Sonrası ise belirsizdi, karanlıktı, bulanıktı. Her şeyin öyle üstü kapalıydı ki sanki Uraz da Kumru da hiç var olmamış gibiydi...

(Kumru’nun Anlatımıyla)

Burası on beşinci evin hemen önü. Ben Kumru Sonat, dizlerime kadar bir çamurun içinde ve niye buradayım bilmeden diğer üç arkadaşımla belirsizliğe doğru yürüyorum. Ellerimizde el fenerlerimiz, görmeyi umduğumuz tek şey ise Uraz.

Aklımda binlerce soru, kafamın içinde dönüp duran korkunç senaryolar... On dördüncü eve bizden önce ulaşan Uraz nasıl olmuştu da on beşinci eve ulaşamamıştı? Yoksa bu bir oyun muydu? Onu takip etmek için kendimizi zorlamayalım diye bize bir işaret bırakmadan kapıya doğru olan yolculuğuna devam mı etmişti? Bunu yapmış olabilir miydi?

İçinde bulunduğumuz plato artık giderek bir mezarlığa dönüşüyordu. Kocaman, kapkaranlık, sırılsıklam bir mezarlık. Peki burası içimizden birine gerçekten bir mezar olur muydu dersiniz? Yoksa bir gün hep birlikte o kapıdan çıkabilecek miydik? Bir gün sesimizi yukarıda olan birilerine duyurabilecek miydik?

Ben Kumru, ya da herkesin bildiği gibi 889. Buradayım, enkaz altında. Beni hala duymuyor musunuz?

Avucumun içinde sıkıca tuttuğum Uraz’ın bilekliği bana ondan kalma bir şey olarak içimi rahatlatırken endişeyle on dördüncü eve doğru yürüyorduk. Attığımız her adım yavaş ve dikkatliydi, zira bastığımız her yerde bir anda Uraz’ı bulabilirdik.

“Ya bize not bırakmadan yola devam ettiyse? Böyle bir ihtimal olamaz mı?” diye sordu Bulut.

“Her zaman binlerce ihtimal vardır.” dedim nefes nefese yürümeye devam ettiğim sırada, “Biz en kötüsüne inanmak zorundayız.” Hemen sonra Eren söze girdi.

“Not bırakmadan gittiyse bu iyi olduğu anlamına gelir. Eğer başına bir şey geldiyse ise bu yardıma ihtiyacı olduğunu anlamına gelir, biz de bu ihtimali değerlendirmek zorundayız. Ona yardım etmek zorundayız.”

İçerisi öyle soğuktu ki eğer durumu kötüyse Uraz’ı bir an önce bulmak zorunda olduğumuzun farkındaydık. Aksini düşünmek kalbimi acıtıyordu, aksi dünyanın en korkunç senaryosuydu.

Adımlarımızın sesleri birbirine karışırken her birimiz nefes nefeseydik. Düşe kalka yürüyor, üşüyor, durmak istiyor ama asla durmuyorduk. Neredeyse yarım saattir geldiğimiz yolu arayarak ilerliyorduk. Umudumun azaldığını hissediyordum ama bu bir seçenek bile olamazdı. Dedemin o sözü hep aklımdaydı, her zaman, “Her zaman umut vardır, hiç umut kalmadığında bile...”

İşte o an gözlerim bir kıpırtıya doğru çekildi. Sahte ağaçların hemen arkasında, duvarın hemen önünde. Belli belirsiz bir kıpırtı, belki de bir halüsinasyon. Bazen umudunun peşinden koşarken bir halüsinasyonun bile peşinden koşup gidebilirsin. Bir umudun gerçekleşme ihtimali için hiçbir şey fazla değildir, her şey yapılmaya değerdir. Adımlarım oraya yöneldiğinde diğerlerinin bana döndüğünü fark ettim.

“Kumru nereye?” diye sordu Bulut telaşla.

“Ağaçlar sağlam değil, bizi bekle!” diye seslendi Nisan, sesi endişeliydi. Ben ise önüme bile bakmadan, ardımı duymadan ve dinlemeden hızla yürüyordum.

“Orada bir hareketlilik var sanki!” dedi Eren arkamdan, “Ağacın arkasında!”

Diğerleri de peşimden gelirken ben çoktan titreyen ellerimle yıkılmaya yakın bu ağacın dallarını aralamış ve duvarın hemen önünde gördüğüm o kıpırdanmaya gözyaşları içinde bakakalmıştım.

“Kumru! Ağaca dikkat et!” diye bağırdı Bulut arkamdan, oysa hiçbir şey zerre umrumda değildi. Dudaklarımın arasından sadece şu kelimeler döküldü.

“O burada.”

Sözlerim titreyen dudaklarımın arasından çıkıp havaya karışırken gözyaşlarımı boynumda hissedebiliyordum.

“Ne!”

“Orada mı?”

Arkamdan gelen sesler bana yaklaşırken Uraz’ı bu halde göreceğim aklımın ucundan geçmiyordu. Ona ürkekçe yaklaştım, içimdeki coşkunun temel teması korkuydu. Uraz iyi görünmüyordu ama en azından gözlerimin önündeydi.

“Uraz...” diye fısıldadım sessizce, titreyen elimi ona uzattığımda gözlerini açar gibi oldu ama bunu bile başaramadı.

Duvara yaslanmış ve yere oturmuştu, belki de yığılıp kalmıştı. Burası öyle karanlıktı ki neyi olduğunu anlamak mümkün değildi, üstelik vücudunun bir kısmı da çamur içinde kalmıştı. Yüzündeki yorgunluğu görebiliyordum, tek umudum sadece yorgun düşmüş olmasıydı.

“Çekilin, iyi görünmüyor!” Bulut telaşla Uraz’a doğru eğildiğinde önce nabzını sonra ateşini kontrol etti. Gözlerini açmaya çalıştı, ellerini yokladı.

“Eren, ayaklarından tut. Eve taşımamız lazım.” dedi telaşla.

“Nasıl taşıyacaksınız? Uraz ikinizin toplamı kadar!” diye sordu Nisan endişeyle.

Ben ise donakalmış olan biteni izliyordum resmen.

“Bir şekilde taşıyacağız.” dedi Bulut Uraz’ı koltuk altlarından kaldırırken, “Bu şekilde neyi var neyi yok göremeyiz, acilen eve gitmeliyiz.”

Bulut ve Eren Uraz’ı zar zor taşıyarak yürümeye çalışırken beynimin çalışmayı durdurduğunu hissedebiliyordum. Nisan onlar için karanlık yola ışık tutarken ben öylece arkalarından bakıyordum.

“Kumru, sen bizden önce evde ol! Uraz için yeni kıyafetler ve birkaç çarşaf çıkar, salona götür. Bir şekilde salona su ve bez götürmen lazım, ilk yardım ürünlerinin ve ilaçların hepsini aynı yere yığ.” Bulut’un telaşla sıraladığı cümleler beni dakikalar sonra kendime getirdi.

“T-tamam...” dedim son kez Uraz’a bakarak. Yanlarından hızla ayrıldım ve koşar adım on beşinci eve doğru ilerledim.

İçeri girer girmez koşa koşa Uraz’ın odasına girdim. Bulabildiğim her şeyi topladım. Çarşaflar, yastık, mumlar, el fenerleri... Hepsiyle birlikte salona koştum. Hepsini yere bıraktım ve mutfaktan bir salata kasesi alıp içini bir şişe içme suyuyla doldurdum. Kullanılmamış mutfak bezlerini de alıp çarşafların yanına götürdüm. Son olarak bulabildiğim tüm ilaçları, kremleri ve ilk yardım malzemelerini alıp aynı yere götürdüm. Bir yandan camdan dışarıyı kontrol ederek bir yandan Uraz için uygun bir yer hazırlamaya çalıştım. Zemin çok sert gelebilirdi, koşa koşa en yakın odadan bir yorgan aldım ve salona geçip yere serdim. Yorganın üzerine çarşafı serip en üstüne de yastığı koydum. Tüm malzemeleri Uraz için hazırladığım bu yer yatağının etrafına serdiğimde burası resmen bir ameliyathaneyi andırıyordu. Getirdiğim el fenerlerini çalıştırıp yatağın yanlarına dizdim. Birkaç da mumu yakıp yerlere bıraktım ve bahçede duyduğum seslerle kapıya koştum.

“İyi misiniz!” diye seslendim onlara kapıyı açarken, o kadar endişeliydim ki neredeyse ağlayacaktım.

Eren ve Bulut nefes nefese Uraz’ı onun için yaptığım yer yatağına yatırırken Nisan mutfağa koşup kendine bir şişe su aldı. Gözlerim Uraz’da kalmasına rağmen Eren ve Bulut için birer şişe su alıp yanlarına bıraktım. Bulut telaşla Uraz’ın kıyafetlerini çıkarıyordu.

“Ben çıkardıkça sen ıslak bezle üzerini sil, çamurları temizleyelim. Yarası varsa enfeksiyon kapmasın.” dedi Eren’e.

O sırada Nisan’la göz göze geldik. Eli kalbindeydi, hem çok yorulmuş hem çok korkmuştu. Ben de aynı haldeydim.

“İyi olacak...” dedi bana güç vermek istercesine.

“Umarım.” dediğimde sesim titriyordu resmen.

Nisan bana doğru birkaç adım atıp bana sıkıca sarıldı. O an gözyaşlarımın gözlerimden dışarıya çıkmak için harekete geçtiklerini hissedebiliyordum.

“İyi olacak.” dedi bir kez daha, “Olmak zorunda.”

“Yanımızda tıp profesörü var, merak etmeyin!” diye seslendi Eren, aslında endişeliydi ama tamamen bizim endişelerimizi hafifletmeye ve ortamdaki korkuyu kırmaya çalışıyordu. Bu halde bile bana güç vermeye çalışıyorlardı.

Bulut ise tam konsantre Uraz’ı inceliyordu. Uraz birazdan tamamen çıplak kalacağı için Nisan ve ben onlara arkamızı döndük. Salonun büyük koltuğuna yaslandık ve arkamızdan gelecek iyi bir haberi beklemeye başladık.

“Ne olmuş olabilir?” dedim sessizce, “Başına ne gelmiş olabilir?”

“Yorgunluktan olmuş olabilir? Uykusuzluktan...” diye söze girdi Nisan, “Ya da yaralanmış olabilir? Bir yerini bir yere çarpmış olabilir. Her ne olursa olsun iyi olacak Kumru, bunu biliyorum. İnan bana.”

Bir gün buradan çıktığımızda bile tüm bu anları aklımdan hiçbir zaman çıkaramayacağımı biliyordum. Uraz’ı öylece yere yığılmış bir halde gördüğüm o ilk anı, korkudan yanına bile zar zor yaklaştığım o anları, Uraz için hep birlikte nasıl çabaladığımızı... Hiçbirini unutmayacaktım.

Ameliyathanenin kapısında hastasını bekleyen hasta yakınları gibi bekliyorduk resmen. Eren arada koşa koşa mutfak tarafına geliyor, Bulut’un rica ettiği şeyleri alıp dönüyordu. Nisan ile arkamıza yaslandığımız bu koltuk Uraz ile aramızda bir ameliyathane kapısı gibiydi, aklım tamamen oradaydı. Tek bir haber için, ne olduğunu ve ne olacağına dair tek bir cümle için birçok şeyi feda edebilirdim.

Yaklaşık yirmi dakikalık bir beklemenin ardından Bulut’un Eren’e kurduğu cümleyle işlerinin bittiğini anladım.

“Üzerini ört, biraz dinlenemeye bırakalım.”

Bu cümleyi duyduğum an arkamı dönüp ayağa kalkan Bulut ile göz göze geldim. Nisan da benimle birlikte dönüp Eren’in yanına doğru ilerlerken Bulut Uraz’ın durumunu anlatmaya başladı. O anlatırken bir yandan onu dinliyor bir yandan Uraz’ın yanına doğru ilerliyordum. Onu temizlemişler ve alnına, kollarına ıslak sargı bezleri yerleştirmişlerdi. Dudaklarını hafif aralamış ve oldukça bitkin görünüyordu.

“Hastanede değiliz, tam olarak ne oldu ne bitti anlayamam. Ciddi bir yarası yok, fazlasıyla ateşi var. Nabzı çok yüksek. Gözlemlediğim kadarıyla şiddetli de bir baş ağrısı var. Bana kalırsa bizden ayrıldıktan sonra yemeden içmeden, dinlenmeden buraya kadar yürümüş. Soğuk hava, yorgunluk ve beslenme yetersizliğinden ateşi çıkmış, nabzı yükselmiş, ağrıları da başlayınca bu hale gelmiş. Muhtemelen kötü hissedince biraz olsun dinlenmek için ağacın arkasına geçip duvara yaslanmış...”

Bulut Uraz’ın durumunu tahminleriyle açıklarken ona doğru eğilmiş, yanına oturmuştum. Bulut’u dinlerken Uraz’ı izliyordum. Koca bedeniyle gözlerimin önünde küçücük bir çocuk gibiydi. Saçları ıslanmış, sağa sola yapışmış, darmadağınıktı.

“Peki nasıl düzelecek?” diye sordu Nisan endişeyle.

“Birkaç ilaç verdik, kan şekeri yerine gelsin diye meyve suyu içirdik. İlaçlarla ateşi düşüp ağrıları geçince kendine gelecektir. Şimdi dinlensin.”

“Ne zaman uyanır?” diye sordum merakla.

“Kim bilir...” dedi Bulut, “Ben gidip üzerimi değiştireyim. Her yerim çamur oldu.”

“Ben de!”

“Ve hatta ben de!”

Eren ve Nisan da Bulut ile beraber giderken bir tek ben kalmıştım. Çamur içindeki kıyafetlerimle Uraz’ın başında oturmuş onu izliyordum. Üzerini kat kat çarşaflarla örtmüşlerdi. Sadece kolları dışarıdaydı. Elleri her zamanki gibi, yara bere içindeydi. Yüzünü izleyen gözlerim yavaş yavaş kollarına ve ellerine kaydı. Elimi uzatıp eline dokundum, teni buz gibiydi. Parmaklarımı elinin üzerinde gezdirdiğim sırada Uraz’ın kıpırdandığını fark ettim.

“Uraz...” dedim sessizce, “Uyanıyor musun?”

Oysa ses gelmedi, ortamda sadece mumlardan gelen çıtırtı sesleri vardı. Uraz bir kabusun içindeymiş gibi irkilirken elimi göğsüne koydum. Dokunuşumla sakinleştiğini hissettim. Yüzü terlemiş gibiydi, bu iyiye işaret olmalıydı. Uzanıp kuru bir bez ile yanaklarını ve boynunu sildim.

“Kumru...” dedi sessizce, irkilerek yüzüne baktım.

“Uraz! Uyandın mı?” dedim heyecanla.

Oysa cevap vermedi. Uykusunda ismimi mi sayıklamıştı yani? Belki de rüyasında beni görüyordu. Kıpırdanan ellerinden biri sağ dizimin üzerindeki elimi buldu ve tuttu. Ben şaşkınlıkla eline bakarken yavaş yavaş gözlerini araladı.

“Uraz, iyi misin?” dedim heyecanla, “Sakin ol, merak etme bizimlesin! On beşinci evdeyiz!”

“Biliyorum...” dedi sessiz ve halsiz bir sesle, “Bazı konuşmalarınızı... hatırlıyorum...”

“Peki iyi misin?” dedim bir kez daha, “Çok korktum.”

“Özür dilerim.” dedi araladığı dudaklarından çıkan fısıltıyla, “Seni... sizi bırakmak yanlış bir karardı. Yapabileceğimi sandım ama yapamadım.” Zar zor konuşuyordu. Hala kendinde değildi.

“Zorlama kendini, sen dinlendikten sonra konuşuruz.” dedim çaresizce.

“Sana söz vermiştim...” dedi bir kez daha kendini konuşmaya zorlayarak, “Gitmeyeceğimi söylemiştim. Özür dilerim...”

“Bir önemi yok, hepimiz iyi olduktan sonra hiçbir şeyin bir önemi yok. Lütfen yorma kendini, kapat gözlerini. Kendinde bile değilsin.” dedim ve ellerimden birini Uraz’ın gözlerine götürdüm. Gözleri hemen kapandı, o kadar yorgundu ki resmen tekrar uykuya dalmamak için çabalıyordu.

“Hep seni gördüm,” dedi sayıklayarak, “Uyuduğum her saniye...”

“Ne gördün?”

“Seni buradan çıkaramadığımı...”

“Bunlar sadece birer rüya Uraz. Buradan hep birlikte çıkacağız.” dedim onu iyi hissettirmeye çalışarak. O ise sayıklamaya devam ediyordu.

“Herkesin çıktığını ama senin kapının ardında kaldığını... Tekrar, tekrar, tekrar, hep bunu gördüm. Hep bu lanet kabusu gördüm.” derken o kadar zorlanıyordu ki bir yandan öksürüyordu.

“Bunları bana tamamen iyi olduğunda anlat, olmaz mı?”

O sırada Uraz’ın boynundaki teri silmek için bez almak üzere doğruluyordum ki Uraz uykulu haliyle sıkıca elimi tuttu.

“Hiçbir yere gitme.” dedi.

“Sadece bez alacağım.” diye fısıldadım ama Uraz elimi bırakmamak konusunda ısrarcıydı.

Pes ettim, Uraz tekrar uykuya daldığında bile eli elimi hala sıkıca tutuyordu. Bir an için bana anlattığı kabusun içimdeki tüm önsezilerle inanılmaz bir benzerlikte eşleştiğini hissettim. En başından beri içimden bir ses buradan çıkamayacağımı söyleyip duruyordu. Diğer herkes bunu başarsa bile sanki buradan çıkamayacağımı hissediyordum. Giderek mezara benzeyen bu yer benim edebi yuvam olacakmış gibi hissediyordum. Uraz’ın anlattıkları, rüyalarında gördükleri birer bilinçaltı korkusu değil de önsezileri olabilir miydi? O da aynı şeyleri hissediyor olabilir miydi?

Korku sadece tutsaklık yaratırdı.

Korkuma yenilmeyecek ve en sonuna kadar gidecektim. O gün geldiğinde, herkesin tek tek buradan çıkıp gittiğini gördüğümde geri kalan her şey önemsiz olacaktı. Burada sonsuza kadar kalsam bile bu yukarıdaki dünyada kimsenin hayatında bir fark yaratmazdı, bundan adım gibi emindim. Oysa diğerlerinin varlığı birileri için önemliydi, en azından onlar hayata dönmeliydi. Ben ise elimden geleni yapacak, çabalayacak, hayat beni nereye sürükleyecekse bunu kabul edecektim. Özlenmediğimi, aranmadığımı, merak edilmediğimi bilmek beni içten içe öldürüyordu zaten. Fiziksel olarak ölmek çok da büyük bir değişiklik olmasa gerekti.

Yorgun gözlerim yavaş yavaş kapanırken Uraz’ın yanına kıvrıldım. Elimi ısrarla bırakmayışı buraya uzanmamın tek sebebi değildi. Kendime itiraf edemesem de o benim elimi bıraksa bile ben onu bırakıp gidemezdim zaten. O an aklıma kazıdığım anlardan bir diğeriydi.

On beşinci evin buz gibi salonunun tam ortasında, mumlar ve el fenerleriyle çevrili bir yer yatağının üzerinde Uraz ile yan yana uyuduğumu hiçbir zaman unutmayacaktım. Yaşayacak ne kadar zamanım kalmıştı bilmiyordum ama en azından son saniyesine kadar hatırlayacaktım.

On beşinci ev Uraz ile yan yana uyuduğum evdi.

On beşinci ev Uraz’ı kurtardığımız, hayata döndürdüğümüz evdi.

On beşinci ev tüm korkularımı açığa çıkaran evdi.

On beşinci ev kendime dair her sonu kabullendiğim evdi.

Ve tüm bunları hiçbir zaman unutmayacaktım, bir saniyeliğine bile.