14.Bölüm : Bir Yabancı Gibi

Beyza Alkoç

*İnsan bazen evinde otururken de yağmura yakalanmış gibi hissedebilir.*

(8 Eylül, Büyük Konsere İki Gün Kala)

“Günaydın Türkiye, bugünün bombalarına hazır mısınız?”

Bu cümleyi ilk defa bu kadar istemeyerek yazmıştım. İlk defa bu kadar isteksiz bir sabaha uyanmıştım, ilk defa bu kadar yatakta kalma isteğiyle yatağa doğru çekiliyordum. Hiçbir şey yapmak istemiyordum, tek istediğim bütün gün uyumak ve eski Mine’ye dönmekti... Efe’yi hiç tanımamak, hayatına hiç dahil olmamak ve onun hakkında elime geçen tüm haberleri acımasızca paylaşmak isterdim... Sıkıntılı bir nefes aldıktan sonra yorganımın üzerine bıraktığım telefonumu tekrar elime aldım. Gelen mesajları ve bildirimleri kontrol ettim...

“Kaynak 7 Kişisinden Bir Yeni Mesaj.”

“YKK, sen iyi misin güzelim? Efe’nin haberini paylaşmamışsın. Başına bir şey mi geldi?”

Mesajı görür görmez fotoğraflar gözümün önüne geldi. Telefonu sinirle yatağa bıraktıktan sonra doğruldum. Tam ayağa kalkarken yanımda yatan Ece’yi gördüm. Doğru ya, beraber yatmıştık... Bir süre onun güzel, masum yüzünü izledikten sonra ayağa kalktım. Saat 08.46’ydı. Ece uyurken mutfağa geçip ona güzel bir kahvaltı hazırladım. Bir yandan da Efe ile ilgili her şeyi aklımdan uzak tutmaya çalışıyordum. Kendi kendime şarkılar mırıldanıyordum.

“Kibrit çöpü gibi sürüklenirken her akşam...
Sen bir kıyıda, ben bir kıyıda...”

Şarkı Çağrı Çetinsel’in Kibrit Çöpü adlı parçasıydı, oysa ne gariptir ki hangi şarkıyı söylersem söyleyeyim aklıma sadece Efe geliyordu. Bütün şarkılar bana onu hatırlatıyordu, her bir nota bana onu çağrıştırıyordu. Kahvaltıyı hazırladığım sırada kapıda beliren Ece’nin heyecanla beni izlediğini gördüm.

“Mine... Gittin sandım...” dedi korkuyla. Gülümsedim.

“Merak etme, bir yere gitmeyeceğim.” Koşarak bana sarıldı. Dünyanın en soğuk insanı ödülünü filan alması gereken ben bile Ece’ye karşı sıcak hissediyordum.

“Hadi, otur da kahvaltını yap.”

“Sen yemeyecek misin?”

“Ben... yedim...” diye mırıldandım, bugün bir şey yiyebilecek bir halde değildim, “Ama merak etme, sen kahvaltını yaparken seninle birlikte kahve içeceğim. Olur mu?”

“Olur!” dedi Ece masaya otururken.

“Sana çizgi film açmamı da ister misin?”

“Olur!” dedi bir kez daha. Ona bir çizgi film kanalı açtım ve karşısına oturup kahvemi yudumladım. O ise sütünü içip kahvaltısını yaparken heyecanla televizyon izliyordu. Masada duran telefonumu elime aldım ve sosyal medyada gezinmeye başladım. Nereye girsem karşıma Efe ve Meriç’in fotoğrafları çıkıyordu!

“BÜYÜK AŞK!” Manşetlerin tamamı böyleydi. Acı çekeceğimi bilerek yorumlara tıkladım ve yorumları okumaya başladım.

“Efe Duran’a da böylesi yakışırdı!”

“Görüntü olarak onda on olmuşlar. Fakat Efe’yi daha zeki bir kadınla hayal etmiştim...”

“Harikalar, mutluluktan ağlayacağım!”

“Efe Duran’dan saçma sapan haberlerle ünlü olan bir kadınla olmasını beklemezdim. Kendisi gibi kaliteli biriyle olmasını bekliyordum. Şaşırdım.”

Yorumlar böylece uzayıp giderken anladığım kadarıyla kamuoyunun yarısı onları yakıştırırken yarısı şaşkınlık içerisindeydi. Aptal prodüksiyon şirketi Efe gibi bir profile sahte sevgili olarak bu kadını seçerek büyük bir hata yapmıştı. Amaçları Efe’nin ismini duyurmaktı, evet ve bunda başarılı da olmuşlardı. Fakat kimse bu ilişkinin destekçisi filan olmayacaktı işte. Sıkıntılı bir nefes verdiğim sırada Ece’nin minik gözleri bana doğru çevrildi.

“İyi misin Mine?” diye sordu. Başımı salladım.

“İyiyim tatlım. Bugün sana kıyafet almaya gidelim mi? Ne dersin?”

“Bilmem... Sen istersen olur...” dedi mahcup bir sesle. Gülerek başımı salladım. Tüm günümü Ece ile ilgilenerek geçirecektim, Efe’nin ne yaptığını ne yapacağını umursamadan. Akşam balkona bile çıkmadan, yansımasını izlemeden, onu görmeden, bilmeden...

(9 Eylül, Büyük Konsere Bir Gün Kala)

“Günaydın Mine!” Bu sabah güne Ece tarafından uyandırılarak başladım.

“Günaydın ufaklık.”

“Hadi gel, sana bir şey göstereceğim!”

“Ne göstereceksin?” Ece beni kolumdan çeke çeke mutfağa götürürken merakla peşinden gidiyordum. Mutfağa girdiğim an masada gördüğüm manzara ile şaşkınlıkla gülümsedim. İçimde yıllar sonra ilk defa böylesine saf ve temiz bir mutluluk hissediyordum.

“Sen bana kahvaltı mı hazırladın?” diye sordum şaşkınlıkla.

“Evet! Seninki kadar güzel olmadı ama olsun... Bak, peynirleri kalp şeklinde kestim. Çocuk olduğum için yumurta yapamadım...” dedi hüzünle. Gülerek ona doğru eğildim, saçlarını okşadım.

“Yumurta da benden olsun, hadi otur bakalım!”

Bugün 9 Eylül’dü, Efe’nin konserine bir gün kaldığını bilmek karnıma endişe ağrıları gönderirken bu ağrıların bir diğer sebebinin Efe’yi iki gündür görmemek olduğunu biliyordum. Acaba ne yapıyordu? Nerede, kiminleydi? Ece ile kahvaltı yaptığımız sırada Ece çizgi filmini izlerken ben de bir yandan sosyal medya hesaplarımdan sabah haberlerini giriyordum. O sırada telefonum titredi. Gelen Mesaj yedinci kaynağımdandı...

“Kimden : Kaynak 7.”

“Selam YKK, Efe hakkında yeni birkaç görselim var. İster misin? Gerçi artık mesajlarıma da cevap vermiyorsun. Bir önceki Efe haberini de yapmamışsın ama ödememi yapmışsın. Bu görselleri kendin için mi istiyorsun diye düşünmeye başladım, şaka tabi :)”

Yutkundum. Bu sefer ne gelecekti bilmiyordum ama içimde çok daha büyük bir korku vardı. Aynı tarz fotoğrafları bir kez daha görmeye dayanamazdım ama görmek zorundaydım, bilmek zorundaydım.

“Kime : Kaynak 7.”

“Gönder gelsin.”

Çevrimiçi... Yazıyor...

“Bu aralar çok garipsin YKK. Fotoğrafları gönderiyorum, ödememi geçersin. Sevgilisiyle kahvaltı yapmışlar. Efe’nin suratı beş karış! Tartışmış olabilirler. Gerçi kadın her fotoğrafta gülüyor.”

Fotoğraflar bir bir önüme düşerken titrek bir nefes aldım. Deniz kenarında bir restaurantta kahvaltı yapıyorlardı. Meriç her fotoğrafta gülerken Efe her fotoğrafta hayattan nefret ediyor gibi çıkmıştı. Bu fotoğrafların bana acı vermesini geçtim bunlar basına sızmamalıydı. Aralarındakinin sahte ilişki olduğu her hallerinden belliydi. Omuz silkerek telefonu masaya bıraktım. Ne yaptıkları umrumda bile değildi.

“Bugün abla kardeş bakım günü yapalım mı?” diye sordum Ece’ye. Ece heyecanla yüzüme baktı.

“Yani ne yapacağız, anlamadım!” dedi. Gülmeye başladım.

“Maskeler, kremler, ojeler... Bir sürü şey. İster misin?” Onun yaşlarındayken hep bunların hayallerini kurardım. Televizyonda gördüğüm ve hayran olduğum oyuncuları izler dururdum, iç çekerek bakardım.”

“İsterim.” dedi Ece heyecanlı ve mahcup bir ses tonuyla. Sesindeki mahcubiyet bana acı veriyordu.

Akşama kadar maskeler, kremler, ojeler, saç denemeleri derken Ece bu sefer saat 20.15 gibi uyuyakalmıştı. Ona kendi çocukluğumda hayal ettiğim her şeyi yaşatmak istiyordum. Akşam yemeğini yedikten sonra balkonda oturmak istemişti, Efe’nin yansımasını görmekten çekinsem de onu kırmamış ve balkona çıkmıştım. Ece karşımdaki koltukta uyurken gözlerim istemsizce karşı binanın camlarına kayıyordu, içten içe Efe’nin yansımasını görmeyi diliyordum. Işıkları kapalıydı. Sanırım evde yoktu. Yaklaşık on dakika kadar sonra Efe’nin arabasının bahçeye park edildiğini gördüm. Göz ucuyla bahçeye baktığımda Efe’nin arabadan tek başına inmesi beni gereksiz yere mutlu etmişti. Beni görmemesi için geri çekildiğim sırada Efe binaya girdi. Yaklaşık iki dakika sonra evinin ışıkları yandı. Direkt olarak balkona çıkmıştı, yansımasından görebiliyordum. Yine her zamanki yerine oturmuş hiçbir şey yapmadan gökyüzünü izliyordu. Sonra yansımalarımız birbirine karıştı, o benim yansımama bakıyordu ben onun... Başımı çekinerek yere eğdim. O sırada evin bütün loş ışıkları bir anda söndü. Korkuyla sıçradığım an Ece uyandı.

“Mine!” dedi korkuyla, “Her yer neden kapkaranlık!”

“Korkma!” diyerek ayağa kalktım, ona doğru ilerlerken masaya çarptım ve masada duran iki bardağı devirdim. Bardaklar gürültülü bir şekilde kırılırken Ece korkuyla geri çekildi.

“Korkma,” dedim bir kez daha, “Elektrikler kesildi. Ve bardaklar kırıldı... Sakın yere basma, tamam mı ufaklık? Sen burada bekle, ben el feneri ve mum alıp geleceğim!”

“Mine gitme!” Çaresizce Ece’yi sakinleştirmeye çalıştığım sırada kapının çaldığını duydum. Bu da kimdi şimdi?

“Tatlım bak kapı çalıyor, sen sakın bir yere kıpırdama. Ben hemen geliyorum. Yerlerde cam kırıkları var. Al, telefonumun ışığıyla aydınlan. Korkma...”

“Hemen gel, tamam mı?” dedi Ece telefonumun ışığı onu biraz olsun rahatlatırken.

“Tamam, söz!”

Hızla kapıya doğru ilerledim. Kapının deliğinden bakmama rağmen karanlıktan hiçbir şey göremiyordum. Kapıyı aralık bırakarak açtım ve karşımda onu gördüm... Efe’yi.

“İyi misiniz?” dedi endişe içinde.

“Biz... iyiyiz...” dedim anlam vermeye çalışarak, “Sen neden geldin ki?”

“Bir anda elektrikler gidince Ece’nin korkacağını tahmin ettim. O sırada cam kırığı sesini de duyunca sizi merak ettim... Direkt buraya indim.” Gerçekten endişelenmişti, bu her halinden belliydi, “Hatta... Anahtarımı bile almadan çıkıp geldim. Sanırım kapıda kaldım.” diye mırıldandı.

“Öyle mi? İçeri gelsene... Ece’yi balkonda cam kırıklarıyla bıraktım. Gidip onları toplamam gerekiyor. Sen geç, ben mum ve el feneri bulup geliyorum.”

“Bir de poşet getir.” Efe acil durum müdahale ekibi gibi içeri dalıp hızla balkona doğru ilerlerken koşarak mutfağa girdim. Bir poşet, bir mum, bir de el feneri alıp el fenerinin ışığıyla balkona doğru ilerledim.

“Dün gelmedin...” Ece Efe’ye dün gelmemesiyle ilgili trip atıyordu. Efe ise bir yandan gülüyor bir yandan cam kırıklarını topluyordu. Poşeti ona uzatıp yanan mumu masaya bıraktım.

“Dün sabaha kadar çalıştım. Özür dilerim.” dedi Efe. Sonra bana döndü.

“Telefonumu evde unuttum. O yüzden ben arayamıyorum, nöbetçi çalışan bir çilingir bulup arar mısın?”

“Neden?” diye sordum.

“Anahtarımı almadan çıktım, az önce söylemiştim...” Başımı salladım.

“Onu biliyorum. Bu acelen neden? Bu saatte çilingirle uğraşmak yerine sabah çağırmamız daha mantıklı olmaz mı?” Efe uzun uzun yüzüme baktı.

Dengesiz bir aptal olduğunu düşünüyor olabilir mi Mine, sadece soruyorum.

Kapa çeneni İç Ses.

“Şimdi ararsan sevinirim.” dedi, “Evde işlerim var.” Bu tavırda haklıydı, onu iten bendim. Şimdi buna üzülmeye hakkım yoktu... Başımı sallayarak telefonumu aldım ve çilingir numaralarına baktım. Efe Ece ile sohbet ederken bir çilingiri arayıp adresimizi verdim.

“On beş dakikaya burada olurlarmış...” diye mırıldandım. Efe başını salladı.

“Efe Abi biliyor musun biz ablamla bakım günü yaptık.” O an Efe de ben de şaşkınlıkla Ece’ye döndük.

“Ablan mı?” diye sordu Efe gülümseyerek. Bana ilk defa böyle hitap ediyordu. Ece’nin bana böyle hitap etmesinin beni bu kadar mutlu edeceğini asla tahmin edemezdim. Elini ağzına götürüp utançla güldü.

“Neden ablam dedim bilmiyorum.” dedi utançla.

“Ben senin ablanım...” dedim sessizce, “Bana hep böyle de, tamam mı?” Hayatım boyunca hiçbir ailem olduğunu hissedememiştim. Anne, baba, kardeş, bu gibi kavramlardan o kadar uzak kalmıştım ki şimdi birinin ablası olmak bana uzun zaman sonra ilk defa evde hissettiriyordu...

“Tamam...” dedi Ece gülümseyerek. Sonra koltuğa uzandı. Gözleri yavaş yavaş kapanırken Efe cam kırıklarını toplamış ve poşeti bağlamıştı.

“Çıkarken götürüp çöpe atarım. Burada durmasın, bir kaza çıkmasın.” diye mırıldandı. Aramızda gergin bir enerji vardı. Sessizce başımı salladım. Birkaç dakikalık bir sessizliğin sonunda hüzünle konuşmaya başladı.

“Yarın gelmeyeceksin, değil mi?” diye sordu. Yutkundum.

“Muhtemelen...” dedim.

“Geleceğim demiştin. Yalandı, değil mi?” Titrek bir nefes aldım ve başımı salladım.

“O an gelmeyeceğimi söyleyemedim.” Sonra Efe gözlerini yerden ayırıp benim gözlerime çevirdi.

“Neden?” dedi, “Ne oldu birden?”

“Nasıl yani?”

“Buraya taşındın, arkadaş olmaya başladık, dertleştik, sohbet ettik... Şarkılarıma ilham oldun, birbirimizi tanımaya çalıştık, şimdi birden ne oldu da kendini geri çekmeye çalışıyorsun?”

“Efe, ben...” dediğim sırada ne diyeceğimi bilemez bir haldeydim.

“Sorun Meriç mi? Bunu sana açıkladım, göstermelik birkaç yemek ve birkaç fotoğraf. Ötesi yok...”

“Sorun Meriç filan değil Efe. Bunu nasıl açıklayabilirim, nasıl anlatabilirim bilmiyorum...”

“Anlat,” dedi dağılmış bir halde, “Açıkla. Hayatımda ilk defa birini görür görmez ona kendimi açmak istedim, anlatmak ve dinlemek istedim. İlk defa... Şimdi de sorunun ne olduğunu bilmek hakkım. Sadece bir açıklama istiyorum, sadece bilmek istiyorum.” Yutkundum ve zar zor da olsa konuşmaya başladım.

“Konserler, sahne ışıkları, gazeteciler, milyonlarca hayran... Sen busun Efe. Sen Efe Duran’sın. Yanındaki kişi ben olamam. Üstelik seninle arkadaş olmak isterim sanmıştım ama bunu da yapamam... Arkadaşın olursam sana aşık olurum Efe. Sana aşık olursam bu beni mahveder. Ben tüm bu ışıkları kaldıramam, ben kendi karanlığımda mutluyum... Tek başıma, yapayalnız ve sessiz. Milyonlarca insanın gözünün önünde olmak istemiyorum, parlak bir hayat istemiyorum. Ve bu parlak hayatı senin elinden almak istemiyorum.”

“Peki ben bunların elimden alınmasını istesem, olmaz mı?” diye sordu çaresizce.

“Olmaz. Lütfen Efe... Bu konuda içimde verdiğim savaşları tahmin bile edemezsin. Emin ol kendimle çok çeliştim, dengesizin birine dönüştüm. Bir seni istedim bir senden uzak olmak istedim. Yaptıklarım ve söylediklerim aptalca göründü, biliyorum. Bu da benim zayıflığım işte, affet... Her şey için teşekkür ederim, her şey için özür dilerim. Sen iyi bir arkadaşsın, eminim iyi bir sevgili de olursun ama seni hak eden insan ben değilim...”

Birkaç dakikalık acı verici sessizliğin sonunda Efe cebinden çıkardığı iki kağıt parçasını bana uzattı. Uzanıp onları aldım ve merakla incelemeye başladım.

“Bunlar...” diye mırıldandım kaşlarımı çatarak.

“Konser biletlerim. Yarın akşam sahneye çıktığımda etrafımda kaç bin insan olduğu umrumda olmayacak, gözlerim sadece seni arayacak, bil istedim. Çünkü hayatımda ilk defa yaptığım müziğin ruhundan en az benim kadar anlayan bir insanla tanıştım, bir arkadaş olarak, bir komşu olarak, hiçbir şey değilse sokaktan geçen öylesine bir yabancı olarak gelip ilk konserimde orada olmanı istiyorum. Gelip gelmemek sana kalmış.” Sonra ayağa kalktı. Derin bir nefes alıp Ece’nin saçlarına dokundu.

“Ben artık gideyim...” dedi, “Çilingir de birazdan gelir zaten. Kapıda hava alayım, cam kırıklarını da çöpe atmış olurum...”

“Tamam...” diye mırıldandım sessizce, “Sen bilirsin.”

“Çilingir için tekrar teşekkürler.” Moral bozukluğuyla gülümsedim.

“Yine yaptın.” dedim sessizce.

“Ne yaptım?” diye sordu.

“Yine çok basit bir şey için teşekkür ettin...” Aynı moral bozukluğuyla belli belirsiz gülümsedi.

“Teşekkür etmek için bir sebebe ihtiyacım yok.” diye mırıldandı. Birkaç saniye boyunca gözlerimin içine baktı, sonra arkasını dönüp içeri girdi. Birlikte kapıya doğru ilerledik.

“Çilingir hemen gelmezse bana gelebilirsin. Hava yağmurlu, dışarıda çok durma...” diye mırıldandım. Kapıyı aralayıp ayakkabılarını giydi.

“İnsan bazen evinde otururken de yağmura yakalanmış gibi hissedebilir Mine. Emin ol, evde otururken de öyle hissediyordum. Yağmurun altında kaldığımda hiçbir şey değişmeyecek...” Nutkum tutulmuş bir halde söylediklerini dinledikten sonra başımı öne eğdim. Birkaç saniye boyunca kapıda öylece sessizce durduk.

“Heyecanlı mısın?” diye sordum.

“Ne için?”

“Konser için... Hayatının ilk büyük konseri.” Efe omuz silkti.

“Heyecanlı değilim.” dedi, “Hiçbir şey hayal ettiğim gibi olmadı.” Hüzünle yutkundum.

“Annen ve baban orada olup seni izlerken seninle ne kadar gurur duyacak bir düşünsene...” diye mırıldandım onu heyecanlandırmak için.

“Gelemiyorlar.” dedi moral bozukluğu ile dolu bir boş vermişlikle. Şaşkınlıkla kaşlarımı çattım.

“Neden gelemiyorlar?”

“Doktor annemin evde dinlenmesi gerektiğini söyledi, kalabalık ve gürültülü ortamlardan uzak durması gerekiyor... Babam da onu yalnız bırakmak istemiyor. Haklı da...” Yüzüne hüzünle baktım.

“Çok üzgünüm.” dedim sessizce, “Olsun, seni televizyondan izleyeceklerdir. Üstelik bu senin ilk konserin, daha onlarca konserine geleceklerdir. Üzme kendini.” Efe moral bozukluğuyla başını salladı.

“Teşekkür ederim.” dedi tekrar, gülümsedim.

“Önemli değil.”

“Ben artık gideyim, iyi geceler Mine.” Buruk bir gülümsemeyle yüzüme baktıktan sonra merdivenlere yöneldi.

“İyi geceler Efe, bol şans.” Arkasını döndü, yüzüme bir kez daha buruk bir gülümsemeyle baktı ve merdivenlerden aşağı indi. Kapıyı kapatıp hüzünle kapının arkasına yaslandım. Onun bu halini görmek beni fazlasıyla üzmüştü. Annesi ve babası orada olamayacaktı, onun bu hayatta en değer verdiği iki insan yarın onun yanında olamayacaktı... Moral bozukluğuyla balkona doğru ilerledim. Camları açtıktan sonra göz ucuyla aşağı baktım. Oradaydı, arabasına yaslanmış ve kulaklıklarını takmış müzik dinliyordu. Gördüğüm en güzel, en özel ruha sahipti. Ruhunun şöhretin kirli planları arasında kirlenmemesini diledim o an... Hep böyle temiz kalmasını, hep mutlu olmasını diledim.

“İyi akşamlar, Efe Bey sizdiniz, değil mi?”

“Buyurun, beraber çıkalım...” Çilingir gelmişti. Efe binaya girmeden önce son bir kez başını yukarı kaldırdı, bana baktı. Ona moral vermek istercesine gülümsedim. Hüzünlü bir gülümsemeyle karşılık verdi ve içeri girdi. Olduğum yere oturdum ve gözlerimi yıldızlara çevirdim. Düşündüm durdum, düşüncelerimden yoruldum, sonra uzaktan bir yerden bir şarkı sözü ilişti kulaklarıma. “Düşünme, kaybolursun.” dedi No Land’in meşhur şarkısı... Derin bir nefes aldım. Kaybolmamak için çabalayacak noktayı geçmiştim, ben çoktan kaybolmuştum.